Prof. Dr. Fuat Sezgin ve Bilim Aşkı
Öyle bir aşk ki
bu, sabırla ve demlenerek olgunlaşmış, devamında coşkuya sonra seri
üretime dönüşmüş bir duygu. İki kişi arasında kalan bir bireysel aşk olarak
kalmamış yani.
Dolu dolu bir yaşam.
Prof. Dr. Fuat Sezgin Hocamızdan bahsediyorum.
Kendilerini geç keşfettiğimden
dolayı mahcup oldum, utandım doğrusu.
İsmen duyuyorduk fakat, detaylı
tanıma imkânım olmamıştı.
Vefatından sonra gündemimize girmesi
büyük bir kayıp. Tabi bu geç tanımada; medya, bilim ve iletişim dünyasının
da kusuru var biraz.
1
Temmuz 2018 tarihinde İstanbul'da tarihi mekanları geziyordum. Ayasofya, Sultan
Ahmet, Yerebatan Sarayı derken, Gülhane Parkı'nı ailece ziyaret etmiştik.
Dikkat çekici bir kalabalık,
olağanüstü bir hareketlilik karşısında şaşırmıştık.
Prof. Dr. Fuat Sezgin'in bilim
tarihi müzesi bu parkta bulunuyordu. Ve vefatı nedeniyle tüm devlet erkânı,
sevenleri de buraya gelmişti. Gülhane Parkı deyince; kurduğu Müzesi ve kabri
ile Merhum Fuat Sezgin’i hatırlatacak bize. Bu arada Gülhane Park'ının ağaç ve
kuş çeşitliliğini görünce hayran kalmıştım.
Sefer Turan'ın,
Prof. Dr. Fuat Sezgin ile yapmış olduğu söyleşi, "Bilim Tarihi
Sohbetleri" adıyla kitaplaştırılmış.
Bilim, kültür, sanat, edebiyat
geçmişimiz ve geleceğimiz için her yurttaş tarafından okunmalı. Bilim tarihi ve
bilim felsefesi yolundan geçmeyenin güncel ve verimli bir üretim yapması mümkün
değil, taklidi bile beceremezler.
"27 dil
bildiğiniz söyleniyor ne dersiniz" sorusuna, "biraz abartmışlar"
şeklinde cevap veriyor. Sayı belirtmese de, yazılı metinleri çözümleyecek kadar
en az 15 dili bildiğini tahmin ediyorum. 32 dil bilen bir filolog ve 54 dil
bilen bir İspanyol’dan bahsediyor. Biz ise Türkçe yazılmış, hazır lokma
kitapları bile okumaktan aciziz.
Hitler zulmünden
kaçtığını tahmin ettiğim, İstanbul Üniversitesi'nde görev yapan bir Profesörün
öğrencisi oluyor.
Edebiyat tarihi olarak başlayan
akademik yolculuğunu, bilim tarihi olarak sürdürüyor.
Bu sefer de 1960
yılında ülkemizde bir darbe gerçekleşiyor. Kime ne zararı varsa, 147
akademisyeni üniversitelerden atıyorlar. Atılanlar arasında, tek ideali bilim
insanı olmak olan Fuat Sezgin de vardır.
Bir insan hukuk ölçeği ile, ya
suçludur, ya masumdur. "İlerde suç işleyebilir" zannıyla hiç kimse,
hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılamaz. Suç varsa, savunma hakkı da
kutsaldır. Ama bu kural işlemiyor.
Karar verir, bir zamanlar
akademisyenlerini kovan Almanya'ya yerleşir. Ne kadar garip değil mi?
"Darbecilerin tek hayırlı
icraatı, beni ülkemden kovmak oldu" der.
Yıllar sonra bu yorumunu, bir
askerin yüzüne karşı söyler. Adamda da vicdan varmış ki yüzü kızarır.
O dönemlerde Fransa'dan Doçent Dr.
olarak ülkeye dönen Nurettin Topçu'ya da üniversitede görev verilmez. Bir
liseye doçent olarak atanır(!)
Muhterem ve muhteşem
hocamız Fuat Sezgin, aradığı, düşlediği akademik ortamı Almanya'da bulmuştur
artık.
Bilim tarihi eserlerini yazmak,
müzesini kurmak için tam 60 ülkeyi gezer.
Kütüphanelerin, yazma eserlerin
altını üstüne getirir. Yılmak, usanmak bilmeyen bir şevk ile araştırır, okur,
çalışır ve yazar.
Almanya'daki hocası, günde kaç saat
çalıştığını sorar. "On iki saat" cevabını alınca, "on iki saat
çalışarak bilgin olamazsınız sayın Sezgin" cevabını alır.
Günlük çalışma saatini günde on yedi
saate çıkarır. Bu çalışma temposu, yetmiş yaşına kadar böyle devam eder.
Bilimsel üretkenliği doksan dört
yıllık ömrü boyunca devam eder.
Her işin, her
değerin, her niyet ve eylemin bir ölçüsü, tartısı, bir mihenk taşı vardır. Ne
yaptığımızı ölçmek, neyi ihmal ettiğimizi belirlemek, neler yapmamız
gerektiğini planlamak, moral ve motivasyon kazanmak için;
Prof. Dr. Fuat Sezgin'in "bilim
tarihi sohbetleri" adlı kitabını, okuma listenize eklemenizi
öneriyorum.
Bu tür kitapları “hobi olsun, nostalji ve muhabbet olsun” diye okumayacağımız
muhakkak.
Söyleşideki satır aralarında o kadar
vurucu tespitleri var ki; yalnızca bilge bir şahsiyetin öğüdü olarak geçiştirilmemeli,
eylem ve algılarımıza yön vermeli.
Benim de rahatsız olduğum, sıkça dikkat
çektiğim bir konuyu dile getirmeden geçememiş hocamız.
“Bilgilendirme, ara haber, teyit
etme, geri bildirim, zamanlama, planlama” gibi bir duyarlılığımız yok diyor özetle.
Yani bir kişi veya kuruma; elektronik ortamda, telefonla ya da kargoyla bir
mesaj gönderiyorsunuz.
“Mesajımız muhatabına ulaştı mı,
kayboldu mu, gündeme/iş planına alındı mı, talep olumlu mu, işlem ne zaman
sonuçlanır, maliyeti nedir” bu soruların cevabı belli değil. İşletme de zaten
yeterince para kazandığı için umurunda değil. Bu tür iletişim şeklinin toplumu
gerilettiğini vurguluyor.
Bu hassasiyeti yıllardır gösterdiğim için; “Ne kadar da acelecisin be adam, bu kuralcılığın bu topluma uymuyor”
anlamında hem olumlu hem de olumsuz tepkiler almışımdır.
Bilimsel bilinç, yöntem, terminoloji ve metodolojinin ne
olduğunu/olmadığını, nasıl olması gerektiğini öğrendiğimiz zaman; her kavram,
algı ve yargıyı, ideolojik ve dini argümanlarla açıklamak/savunmak zorunda
olmadığımızı anlayacağız.
Bilimin, sürekli gelişen, insanlığın
ortak mirası olduğunu kabul edeceğiz.
Oryantalist (Şarkiyatçı) lerin de
araştırmacı bilim insanı olduğunu, öcü olmadıklarını gözlemledim bu kitapta.
Biz ortaya konulan ürüne bakarız/bakmalıyız. Şarkiyatçı veya Garbiyatçıları;
aklamak veya suçlamak önyargısıyla yola çıktığımızda bilimden beklenen insani
gaye şekillenemiyor.
Batı kibrini, doğu da tembelliğini terk ederek; bilim/ahlak/adalet
tabanında senkronize olup, daha yaşanabilir bir dünyanın umudunu aşılamalıdırlar.
Alman Düşünürü Goethe, Doğu Batı Divanı’nda bu konulara değinir. Yine Alman düşünür
Immanuel Kant’ın ödev ahlakı öğretisi, bizdeki Hilmi Ziya Ülken’in Aşk ahlakı
öğretisi gibi, insanlığın ortak mirası kabul edilmelidir.
Hocamızın anlatımlarından şu dersi çıkardım. Geri kalmamıza ve kargaşa
ortamına neden olan etkenler: Bilimsel öngörüsüzlük, üretim yönünden kısırlık,
israf, ben merkezli gösteriş, birlikte yaşama ve üretmeden yoksunluk, planlama,
görev bölümü, ortak toplumsal ihtiyaçların belirsizliği”
Geçmişten ve günümüzden örnekler
vererek, düştüğümüz çukuru, kırılma noktasını mantıklı tespit edebilirsek, aynı
hataları tekrar yapmayacağımız gibi, pozitif yönde yol alma ivmemiz artacaktır.
Haçlı ve Moğol istilaları, iç bünyedeki iktidar kavgaları, dinin
noksan ve yanlış yorumlanması, içtihat kapısını kapatarak toplumsal çözüm
alternatiflerinin, felsefenin, bilimsel yöntemlerin itibarsızlaştırılması; üretkenliği
geriletmiş ve bizi gelişen dünyanın gerisinde bırakmıştır.
İslam medeniyeti yaralanınca, tekrar
kendine gelme fırsatını yakalayamamıştır.
El Kindi, İbni Sina, İbni Rüşd, İbni
Haldun gibi, batı dünyasına eserleri el üstünde tutulan Müslüman düşünürleri,
kendi içimizde dışlamak, dinin dışında görmek; gurur vesilesi ve kahramanlık
olarak takdim edilmiş ve dünyanın dönüşüne ayak uydurmamızı istememişlerdir.
Halen daha din, tarikat, cemaat ve yan kollarının aralarındaki ölümüne
kavgalar; bu zihniyetin ürünüdür.
Sonsuz ve genişleyen evrende, nokta kadar kalan dünyamızda; böylesine
bir didişmenin, güvensizliğin ve pay kapma savaşının; yaşamdaki anlam ve
hakikat arayışımızdaki farklılıklar olduğu ortadadır. Çözüm ne o zaman? Dünyayı
karpuz dilimi gibi bölümlere ayırıp; dinli-dinsiz , doğu-batı diye bölgelerle mi
oluşturacağız?
Macar halk Ozanı Attila Jozsef “Hiç kimse beni susturamaz. Çünkü bana
güç veren bilimdir.”
diyerek coşku, cesaret, özgüven ve
yöntemini ortaya koymuştur. Buna bir de ahlak ve adaleti eklediğimiz zaman, en
azından üç ayaklı yıkılmaz bir dayanak noktamız oluşur.
Mısır’da
yüzden fazla inşa edilen o heybetli piramitlerin sırrı halen çözülememiş.
Yaptıran firavunlara mezar olmuş, yapan işçilere de bir faydası olmamıştır.
Yani baştan sırrı çözülmesin diye yapılmıştır. Firavunlar demek ki o kadar hırslı,
kinci, canavar, şüpheci ve doyumsuzlarmış ki;
öldükten sonra da sözde yüceliklerini
mimari ihtişamla, çağlar boyu tüm asırlarda nam salmasını arzulamışlardır. Çalışan
işçilerin çoğu inşa aşamasında can vermiş, sağ kalanlar da, mimarideki niyet ve
sırrı bildiklerinden öldürülmüşlerdir. Yani dönemin Kralları, bir taşla, beş
kuş vurmuşlardır.
Halkı boş kalıp da dedikodu yapıp,
kralı devirme planı yapmasınlar diye insan gücünü çok aşan bir mimaride
çalıştırmışlar, hem kendilerine kabir yaptırmışlar, hem yüceliğini dünyalık
gözle ispatlamışlar, hem de iktidarını güçlü şekilde sürdürmüşlerdir.
Sapkın ve sadistçe bir güç
gösterisinin ürünü olan piramitler, mirasçılarının da bir işine yaramamıştır.
Biz ise mimarisine hayran kalıp,
insanlara yapılan zulmü görmezlikten gelirsek, tarihten ders çıkarmamız hayal
olur. Ben arkeolojik değerinden önce, sosyolojik yönüne bakarım tarihi mirasların.
İslam dünyası da belli bir dönemde bilim, kültür, sanat ve teknolojinin
zirvesini yakalamıştır.
Daha önceki cümlelerde de belirttiğimiz
gibi din ve taht kavgaları; bilim ve felsefe gözlüğü takanların dışlanması,
adeta dönen dünyaya fren takozu monte etmek gibi bir sonuca götürmüştür bizi.
Odun kaşık üretenler işsiz kalmasın diye metal kaşığa,
hattatlar boş kalmasın diye matbaanın icadına karşı çıkmak, hangi akla hizmet
etmek olur?
Bugün uçak, füze, cep telefonu, bilgisayar, nükleer
santral gibi ileri teknoloji gerektiren ihtiyaçlara karşı çıkmıyoruz fakat
ithal ettiğimizden, dış ticaret açığımız çoğalıyor, dışa bağımlı olmaktan
kurtulamıyor, paramızın değeri on kat eriyor.
Ömer Hayyam; “Bir elimizde şarap, bir elimizde Kuran. Ne
tam kafir olduk, ne de Müslüman”
derken sanırım bu çelişkiyi hicivsel mesajla anlatıyordu.
Osmanlı’nın
son döneminde İstanbul ve çevresinde görkemiyle dikkat çeken saray, malikhane,
konak ve mabed sayısı sanırım en az yüz adettir. Av sezonunda kullanılmak için
özel saray bile yapmayı ihmal etmemişlerdir.
Bugün turistik müze gelirinin haricinde, kurulduğu
dönemde ne üretmiş bu saraylar?
Halkın genelinin hangi ihtiyacını karşılamış?
Gerilememizi durdurabilmiş mi?
Görkeminden ve imajından etkilenen düşmanın, İstanbul’u
işgalini önleyebilmiş mi?
Bugünkü mimari mirasıyla; aç, işsiz, bilgisiz, niteliksiz,
güvensiz, huzursuz, mutsuz insanlara nasıl bir moral, motivasyon ve pozitif
enerji katıyor? Bu sorular bizi düşündürmeli. Tarihin günah defterini tutmuyoruz.
1915’te Çanakkale’den kovduğumuz İngilizler, 1919’daki
İstanbul işgali başarıya ulaşsaydı, biz bugün İstanbul’umuza pasaportla girmek
zorunda kalacaktık değil mi?
Bu duruma düşmemek için ve bundan sonrası için ne
yapılmalıydı peki?
1900’lü yıllarda Marmara bölgesinde sayıları yüzü aşan
görkemli mimarinin yarısı kadar;
Üniversite, sosyal ve fen bilimlerini, teknolojiyi
kapsayan kütüphaneler, matbaalar, bilim ve teknoloji merkezleri, laboratuvarlar,
sanayi tesisleri, modern gemi üreten tersaneler kurmuş olsaydık;
“geldikleri gibi giderler” deyip, milli mücadeleyle
kovduğumuz emperyal güçler, böyle bir girişime cesaret bile edemezlerdi. Ne
güzel bir atasözümüz var: “Kurt kocayınca, tilkinin maskarası olur”
İsraf,
gösteriş, ayrımcılık, hukuk tanımazlıktan vazgeçip, vicdan ve hak eksenli, bilimsel
yöntemlere sarıldığımızda, bu boşluğu doldurma şansını yakalamış olacağız.
Kurtulduk ama mutlu değiliz. Güven içinde değiliz. Sevgi
jeneratörü olamadık.
Bu girdaptan çıkabilir miyiz? Çileli fakat imkansız değil.
Samsun, 10.12.2020
Ali Rıza Malkoç