…
Nihal “Birini kaybetmek istiyorsanız onu çok sevin yeter” sözünün hikmet ve anlamını düşünüyor, kendince cümleye bir anlamaya ve yorumlamaya çalışıyordu. Önce sözcükleri ufalayıp yere sepelemiş gibi yere dağıtıyor, merhamet duyguları ağır basınca, onları yerden tekrar tek tek topluyor, gönlünün sağ köşesinden hiç ayırmadığı mavi kutuya koyuyordu.
“Bir telefon
diyordu bir telefon” alıp götürdü onu benden. Kendimce yere göğe sığdırmadığım,
bir hoşça kala sığdırdı beni…” diyordu. “Gittin, çoğum gitti, azım kaldı.
İkiden bir çıkınca bir kalır sanıyordum. Ama öğreniyordum ki sen gidince, bir
tam değil yarım kalıyormuş!”
Nihal’in dalıp
gittiğini gören Deniz, iki çay kapıp yanın geldi ve çayın birini ona uzattı.
Ardından “Kızım o kadar derin dalıp durma boğulursun,” dedi.
“Bu nasıl bir
dünya ya?” diyor, bir nefes aldıktan sonra devam ediyordu. “Doluya koyuyorum
almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor.”
“Kızım niye boş
şeylerle meşgul edip duruyorsun kendini? Doluyu ne yapacaksın? Boşu ne yapacaksın?
Boş ver. Hayatını yaşa gitsin. Kendini niye boş şeylerle yorar durusun?”
“Ama olmuyor
ki!”
“Olur, boş
verirsen olur… “
“Ben de onu
diyorum ya! Benim açmazım da o. Boş veremiyorum. Çok şeyi ben boş veriyorum da,
boş şeyler beni boş vermiyor ki!”
Deniz benim içimde
yaşadıklarımı görmüyordu. Görmek istemeyen veya göremeyen göze ışık ne yapsındı
ki! İçimden; “Dur beynimi çıkarayım da
eşit şartlarda konuşalım,” demek geçti ama onu da diyemedim.
Yanı başlarında
yine Akın’la İrfan güncel konular üzerinde jimnastik yapıyorlardı. Akın, İrfan’a “Hafter’i Rusya’dan
kim kaçırdı?” diye soruyor, o da Akın’a “Hafter’in bindiği uçağın kapısını açan
CIA Başkan yardımcılarından biriydi,” dedi.
“Bu kadar nasıl
emin olabiliyorsun?”
“Sen köpeğe
değil, köpeğin yularını tutana bakacaksın.”
“İrfan sen de de
iş var!”
“Yoo, sadece
dünyada neler olup bittiğinin biraz perde gerisine bakmayı seven biriyim.”
“Dertleri ne?”
“ABD Libya
petrollerinin üzerine tek başına oturmak istiyor. Ortak da istemiyor. Bütün
hengâme bu…”
“Adamlar
dünyanın yerini parsellemişler, tepiniyorlar. Bize de hep arkalarını toplamak
mı düşecek?”
“Burası dünya!
Ne kadar gücün var, o kadar sözün var. Gücün ve kuvvetin yoksa oturabileceğin
yer, izin verilen yer, uzatılan kemik kadar payın olur. Ben onu bunu bilmem.
Yüz yıllık yorgunluğu bir kenara atıp hızla ilerlememiz lazım. Yeryüzünde iki
devlet var. Biri ABD elbisesi giymiş İsrail, diğer adı Siyonist derin yapı,
diğeri de Türkler… Gerisi angarya…”
“Amma da attın
İrfan!”
“Yakala koçum,
bak yere düşerse kırılır, demedi deme..”
“Ne demek
istedin yani! Onu anlayamadım.”
“Yaşın genç…
Büyüyünce anlarsın. Ama yine de söyleyeyim.”
“Biri yeryüzünü
fesada boğmaya çalışan Kabili’in torunları, diğeri de, yeryüzüne iyilik ve
adaletin yayılmasını isteyen Habil’in torunlarının kavgası… Bu kadar basit…”
“Yani!”
“Yani!
İnsanoğlunun imtihanı… Hakla batıl mücadelesi… Ya zirve, ya çukur hikâyesi…”
Deniz araya
girdi. “Ya İrfan çok güzel şeyler söylüyorsun. Şu kıza da bir şeyler
söylesene…”
“Lütfen, Nihal
Hanıma dokunmayın. Onun ruhu engin denizler gibidir. Kalbi onun elinden tutup
sevgiliye götürecek… Yeter ki, kendi acısı içinde kaybolup gitmesin. Çektiği
acıları dermanı olacaktır.”
…
Ant. – 160120