90’lı yıllarda yazmaya başladım. O günlerde yazarlık şimdikinden çok zordu. Birincisi, bilgisayar yaygın değildi, elle yazıp postayla gazete/dergiye göndermeniz gerekirdi. El yazınız, başkalarının da okuyabileceği kadar net olması gerekiyordu yani doktorların reçete yazdığı gibi makale yazıp gönderemezdiniz.
Teknik
zorluklar uğraşıyla aşılabilirdi. Bundan
daha zor olanı ise bürokratik engellerdi. Herhangi bir gazete/dergide yazabilmek
her babayiğidin harcı değildi. Yeterince yazar vardı zaten, seç beğen al
kadar boldu. Bir yayın organında
yazabilmen için ya seni yakınen tanımaları ya da seninle çıkar ilişkileri
bulunması gerekiyordu. Başka bir seçenek ise: yazmaya başlamadan önce en azından kırk
dereden su filan getirmeniz lazımdı.
Bürokratik
engeller: işin başında yazı işleri müdürü, yayın koordinatörü veya daha başka
çok lüzumlu bir makam sahibi bir zatı muhteremi teker teker aramanız
istenebilirdi. Her defasında zatı muhteremlerin sorularını iyi cevaplamanız
gerekiyordu: “kimsin, necisin, niye bu gazete/dergiden yazmak istiyorsun? “
Bütün engelleri aştıktan sonra bir kaç yazı gördemenizi istenip bu yazılar
bekletilirdi. Galiba yazılar bekletilirken olgunlaştığı mı sanılırdı? Gazete veya degide boş bir yer
kalırsa eğer, yedekteki yazı yayınlanırdı. Yedeğe alınmış yazının değeri, önemi, kalitesi ve benzeri şeyler hiç önemli değildi. Yazıdan
önce yazara bakılırdı, yani yazıdan önce çıkara bakılırdı.
Belli bir çaba, uğraşı, sabır sonucu bürokratik
engeller de aşabilirdi. Ancak
aşılamayacak, sabredilemeyecek
zorluklar da vardı. Yazdığınız gazete veya derginin B takımındaysanız
yani ağaların yakın çevresinden değilseniz veya sizinle yüksek dozda çıkar
ilişkileri yoksa, gönüllü olarak yazdığınız bir gazeteyi veya dergiyi sizin
adresinize göndermeyi gerekli
görmeyebilirlerdi. Ne gereği vardı
ki; zaten senden yazı filan isteyen mi vardı?
Diğer bir pürüz
ise, gönüllü olarak yazdığınız gazete veya derginin yayınlanmasında emeği geçen
elemanların olur olmaz işinize karışabilmesiydi. Yazı işleri müdürü gibi
elemanı anladık ama o gazete/dergi
matbaasında veya dağıtımında çalışan elemanların da ahkam kesmeyi kendilerinde
hak görmeleri katlanılacak gibi değildi. Net bir ifadeyle; ömründe iki satır
yazı yazmamış ve hiç bir zaman yazamayacak kadar ultra kültürlü insanların size akıl fikir
vermeye kalkışması insanın sabrını taşırıyordu.
Bu tür sorunlar
halen yaşanıyor mu bilmem çünkü sadece ınternet sitelerinde yazıyorum. Özellikle
edebiyat sitelerinde hiç bir süzgece takılmadan yazınız anında yayınlanıyor.
Artık ne yazı işleri müdürü, ne yayın koordinatörü, ne de baş yazar gibi
zatların sansürüne takılmıyorsunuz. Yazınızı internetten gönderiyorsunuz ve anında yayında. Ne kadar kolay değil mi? Her şeye rağmen yazarlık halen zor, belki
eskiden daha zor!
Yazınızı
ınternetten gördermişsiniz, yazı işleri müdürü, yayın koordinatörü, baş yazar
veya herhangi bir kelek kesenin sansürüne takılmadan yayınlanıyor. Daha ne
olsun? Yazar için yazmak, yayınlatmak her ne kadar kolaylaşmışsa da, okuyucu
için de yazıyı okumak ve yorum yapmakta o kadar kolaylaşmıştır. Yazıyı
okuyup iyi niyetle olumlu veya olumsuz
eleştride bulunmakta çok kolaylaşmıştır. İyi niyetle, samimi yapılan her türlü
eleştiri yazara destektir. Yeter ki, insani değerlere bağlı kalınsın. Ancak,
madalyanın diğer yönü de var. Yazarlığı zorlaştıran da bu yöndür zaten.
Sadece yazının başlığını okuyup geri kalanını
okumadan çirkef yorum yapabilen, henüz
katagorize edilememiş insana benzeyen, canlılar
da bulunmaktadır. Okuyup
anlamasa, veya yanlış anlasa yazarın
gücüne gitmez çünkü herkesin
zeka,anlayış seviyesi bir değildir. Herkesin her yazıyı anlayamaya zekası
yetmez. Ama okumadan yorum yapmak, üstelik bununla böbürlenmek için en azından “belhüm
adel” sınıfından olmak gerektir.
Günümüzde kategorize edilememiş canlılara aldırmayıp
yazabilen üstad yazarları gerçekten takdir ediyorum, hiç de kolay değil!
Abdullah Konuksever