En az 30 yıldır duygu
ve düşüncelerimi yazılı olarak paylaşmaya çalışıyorum. 30 yıldır kalemimle
topluma faydalı olmaya çalışıyorum. Dile kolay, 30 yıl! Çoğu kişinin ömründen
uzun bir zaman. Duygu ve düşüncelerimi düz yazıda çok rahat bir şekilde ifade
edebiliyorum. Eksiklerim mutlaka vardır ama geldiğim nokta itibariyle Türkiye’de
sadece 4 yıl ilkokul okumuş biri için bir başarıdır. Bu yüzden gerektiğinde
yazar olduğumu iddia edebiliyorum. Gerektiğinde dedim çünkü yazar, şair vesaire
kartvizit bastırmadım, ihtiyacım olmadı. Hiçbir yerde yazar, şair Abdullah diye kendi reklamımı yapmadım, ihtiyacım olmadı çok şükür!
30 yıldır ara sıra şiir yazmaya çalışsam da hiçbir zaman şair olduğumu iddia etmedim, haşa! Şairlik iddiasında bulunmak benim için üstadlara hakarettir. Her şair şiir yazar ama her şiir yazan şair değildir, düsturum var elhamdülillah!
Bugünlere iğneyi kuyu kazarcasına geldim, hiç pişman değilim. Bende hatıra haddinden fazla çoktur, bir tanesini paylaşayım ki elimizdeki nimetin yani Edebiyat Evi'nin kıymetini anlayalım.
Yazdığım yazılarda her zaman okuyucuya mesaj vermek istemişimdir, yoksa hiçbir mesaj içermeyen yazı israftan başka bir şey değildir. Okuyuculara ellerindeki imkanların kıymetini bilmeleri ve isteyenlerin, azmedenlerin başarıyı elde edebileceklerini hedeflediğim bir çalışma dizisi başlatmıştım. Bunlardan biri de evli, çocuk sahibi, çalışan ama buna rağmen boş zamanını çok iyi değerlendirerek üniversitede master yapmış biriyle röportaj yapmıştım. Bu şahsın diğer bir özelliği ise Hollanda’ya çok geç yaşta gelmiş olmasıydı. Bu zat ilk önce dil sorununu çözmüş, yüksek tahsil yapmış, bununla yetinmeyip çok kısıtlı imkanlara rağmen üniversitede master yapmış biridir. Şunu da kaydedeyim, Hollanda’daki üniversiteler dünya çapında kalite sahibi müesseselerdir. Herkes master yapamaz.
Röportajı güzel bir
şekilde değerlendirip o günlerde gönüllü olarak çalıştığım gazeteye arkadaşın
fotoğraflarıyla beraber gönderdim. Birkaç gün sonra o gazetede hak hukuk sahibi
olduğunu zanneden zatı muhterem röportaj ve fotoğrafları bana geri verdi. Bu
röportaj yayınlanamaz dedi; kendi arkadaşlarımız dururken neden kimsenin
tanımadığı birini nazara vermişim! Kimi nazara vereyim diye soruma aldığım
cevap daha da komik: kendini…. Tövbe! tövbe!
Ertesi günü o gazetenin
arka sayfasının tümünü kaplamış bir röportaj vardı. O gazetede nazara verilmesi
beklenmeyen bir siyasiydi. Tepem attı, gazete idarecilerine itiraz yazısı
gönderdim. Ya Türkiye’deki gazeteciler kendi arkadaşlarını nazara vermenin
kıymetini bilememişler ya da buradaki gazetecilerde hazım sorunu var. Yazım çok
ağır olmuş, daha yüksek mertebeli biri benimle konuyu görüştü. Konuştukça battı
desem daha yerinde olur. Neymiş efendim birileri siyasi çıkar veya çıkış için
röportaj veriyormuş. İtiraz ettim, teklif benden geldi ve bu arkadaşın siyasi
bir yönü yok. Hatayı kabul etme yerine iyice battı, yazının haber değeri
yokmuş.
Yazımın haber değeri
olmadığını iddia eden şahıs ne gazeteciydi, ne de yazardı. Sadece Karaman
tabiriyle kelek kesen biriydi… Gönderilen yazı yayınlanmayabilir, anladık ama
yazara hakaret edercesine eline geri verilmez. Artı, abuk subuk gerekçeler
üretilmez. Çok şükür, bu ve benzeri nice tecrübelerden geçerek yazarım
diyebiliyorum.
Çok şükür, ömründe
kaliteli bir yazı yazamamış kişiler artık yazımı iade etmiyor. Çok şükür,
ömründe yazı yazmaktan aciz kişiler yazıma burun kıvırıp kenara atmıyor.
Edebiyat Evi, bir nimettir ama bunun kıymetini anlamak için gazete veya dergilerde az da olsa tecrübe edinmiş olmak lazım. Edebiyat Evi, nimettir kıymetini bilelim. Bu güzide sitenin kurucusu, idarecileri ve üyelerine saygılı olalım.