öyküsü hüzünlü
siyah saçlı dağ kızı eminenin
hep bahar yağmurları beklemekle geçerdi ömrü
bir yığın düşüncenin kördüğüm olduğu yerde
yüreği kanardı ince ince
ıslak gözlerinde hep bir düş
dağ ucundan yeni çıkan her güneşle
nice hayaller kurardı
uçsuz bucaksız bozkırda eğersiz at sürmeyi bekleyen yazgısı
hep emineyi çağırırdı
avutmaya çalışırdı kendini gözünden akan yaşlarla
uzaklara, ağaçların tepelerine bakıp dururdu
sanki oralarda bir yerde birileri vardı
hasretle yolunu gözlediği
ana özlemi kor ateş gibi yakardı yüreğini
yanardı nar-ı cehennem gibi
yalnızdı
sertti, huysuzdu
kafasının dikine gider
kimseyi dinlemezdi
boyun eğmezdi
asiydi,hırçındı,dik kafalıydı
kurban edilmişlerin önsezisi sayardı ruhundaki fırtınayı
gece uykularını satır satır bölerdi kimsesizliği
havalar ısınınca
toprağı kazarak tütsülerdi
ardından bir toz bulutu kaldırarak tarladan dönerdi
arkın üstünden atlayıp koşa koşa avluya dalar
sarılıp öperdi yaramaz kedisini
kucaklardı biricik dostu yaşlı çomarını
çok, güzeldi
uzun boylu, incecik yabani bir goncaydı
ipek saçlarını örerdi sımsıkı
boynunun iki yanından sarkıtırdı
beyaz yazmasını bağlardı başına
esmer tenine o beyaz yazma nasıl da yakışırdı
gülümsediğinde inci gibi dişleri
parıldardı ışıl ışıl
bahardı kiraz mevsimi
ondan gözleri hep kırmızı kanardı
kırkikindi yağmurları yağardı üzerine
sırları uçuşurdu mavi mavi
her nefesiyle karışırdı kırılgan göğe
koşardı içinde derbeder bir asilik
severdi türkü söylemeyi
mırıldanırdı o ağıt kokan acıklı türkülerden
hüzün dolu sesiyle sevdaya tutuşurdu
köyün yiğitleri
onu duyunca büyülenirdi herkes
gönlü suskundu
onunda bir sevdiği vardı elbet
kendisinden başka kimse bilmezdi sevdasını
efkarın en koyusunu yaşardı
dile getirmezdi aşkını
yüreğinde esen rüzgarla
kül gibi savurup atardı en kuytusuna
başını geriye atar, çalımlı çalımlı yürürdü
tedirgindi gülümseyişi
gün boyunca kasvetli bir bulut gibi sıkıntılıydı içi
ağzını açıp tek kelime söylemezdi
gülmezdi de
alıp başını giderdi uzaklara
dönüp ardına bakmadan
uzun uzun güneşin batışını seyrederdi
her şeyi unutup
orada, ırmağın öte yakasında
bozkırının sonunda,
bir tandır gibi alev alevdi yaz güneşi
dağınık bulutları kızartarak
alacakaranlığın gölgelerine bürünmüş mor bozkıra
son ışıklarını saçarak ağır ağır batardı
uzatırdı ellerini ona dokunmak istercesine
bir mucize yaşanırdı hep
hayranlıkla batışını seyrettiği güneş
yüzüne dokunurdu
aralık dudaklarında bir gülümseme
anasını görürdü solan güneşin ucunda
içini çekip sonra
acıklı bir bozkır türküsü tuttururdu
susardı koca alem
yüreğinden geçenler, ses olur yankılanırdı
batıp giderdi güneşle beraber
hiç kimse bilmezdi yanık türkülerde neler söylediğini
biteviye matem taşırdı fırtınaları
bir çığlıkla uyanırdı gecenin koynunda
anne kabuslu rüyalardan
kalbine inerdi her sızı
ciğerinin yaralı köşesinde
ağzı bulut kokan yağmur damlacıkları
karanlığın ıssızlığında çiselerdi
tek tek
her sabah güneşin doğuşu hep rahatlatırdı onu
mutlu kılardı
başından beyaz yazmasını çıkarıp
buğdayları başaklanmış bozkırda
iki yana açardı kollarını
eteğini savururdu rüzgar
içindeki bütün sıkıntılar uçup giderdi
her esintiyle
deeh deyiver gitsin derdi hep
dağ kızı,
yaban goncası emine
redfer