‘’Tamam da üç gün üstü üstüne
düğüne gidilmez ki!’’
Geçenlerde bir telefon geldi
bana. Numarası kayıtlı olmayan lakin tanıdığım birisi. Açtım;
-Efendim Adnan Abi.
-Mehmet Bey Perşembe günü
düğünümüz var buyurun gelin. Kusura bakmayın davetiye yetmedi. Onun için
telefonla davet ettim çoğu eşi dostu ahbabı.
Buyur buradan yak! Hayatta en
sevmediğim bir yere davetiyesiz gitmek. Sonra aklıma neler neler geliyor işte.
Adam cimrinin teki miydi de az davetiye bastırdı? Yoksa uzaktan pek sallamadığı
insanlara davetiye vermeye tenezzül etmediği için mi? Tamam da kardeşim eğer
davetiyen kalmadıysa beni davet etme! Zaten sevmediğim bir adamsın. Hani
rahmetli Kemal Sunal’ın:
-Merhaba Mülayim abi.
-Merhaba canım. Bu herifi de hiç
sevmem!
Diyalogu geçen filmi gibi. Çoğu
zaman yolda görsek birbirimizi selam dahi vermeyiz. Zaten beni aramasına da
şaşırdım gerçekten. Şimdi diyeceksiniz ki gitmeye mecbur musun? Efendim evli
olanlar bilir. Evdeki eşiniz bir düğüne gitmeye hazırlandı mı Allah muhafaza! O
sıra meclisin tatile girmesi lazım, okulların tatil olması lazım, trafiğin
bomboş olması lazım, dünyada savaşların durması lazım… O düğüne gidilmesi için
bütün engellerin ortadan kalkması lazım. Eğer ecelinize susadıysanız gitmek
istemediğinizi söylersiniz. Ondan sonra bir aylık süre içinde, en az on sene
daha yaşlanırsınız, saçınızdaki aklar biraz daha artar. Tabi dökülmezse…
Adama dedim ki:
-Tabi
ki abi geliriz. Hayırlı uğurlu olsun.
Gittim eşime söyledim. Aslında
söylemesem haberi olmayacaktı demeyi çok isterdim. Ama haberi zaten vardı.
Düğüne davet eden adamın yeğeni ile bizim hanım arkadaş olduğu için, bizim
hanımın düğünden bir hafta önceden zaten haberi vardı.
O gün geldi çattı. Efendim bir
süslenmeler iki de bir elbiseler giyip çıkarıp bana ‘’olmuş mu?’’ diye sormalar.
Zaten bütün erkeklerin ortak sorunu bence, kadınların bize ‘’olmuş mu?’’, ‘’yakışmış mı?’’ diye sorması değil! Biz
onlara güzelce cevap verince, ‘’yok ya bu olmadı değil mi, yemin et!’’
cümlesinden sonra tekrar başka bir elbise giymeleri… Bu kısır döngüyü ‘’Eee
yeter artık bu çok yakıştı geç kalıyoruz hadi çıkalım artık!’’ cümlesi kırıyor
genelde. Aslında ne zamandır aklımda. Biz kadınları beklerken heyecanlanmadan
‘’hadi çıkalım artık’’ demeden akıllı uslu otursak ne olacak merak ediyorum.
Belki de düğüne geç kalacaklar. O da bizim işimize gelmez mi? Dur bir dahakine
bunu denemek istiyorum.
Çoluk çocuk düştük yola. İlçede
yaşadığımız için her yer yürüme mesafesinde. Oğlanı baston çocuk arabasına
oturttuk. Gündüz uyumadığı için yavrucak hemencecik uyuyuverdi. Düğün evi de
öyle bir yerde ki, ilçenin kuzeyindeki tepenin başında. Dağa tırmanır gibi
soluk soluğa yürüyoruz... Arada keçiler mi yoksa katırların yaptığı gibi mi pek
bilemiyorum; tam dikine çıkmadan arada bir yanlamasına sokak değiştirerek yürümeye
devam ediyoruz. Lisenin oraya geldiğimizde orkestra çalgı sesi daha da arttı.
Terden atletim sırtıma yapışmıştı zaten. Düğün evi lisenin hemen arkasında. Ev
o kadar tuhaf bir ev ki, üç katlı eski bir ev! Apartman falan değil. Hepsinin
girişi ayrı ayrı. Sanki üç tane müstakil evi üstü üstüne koymuşlar gibi. Evin
konumu da bir felaket zaten. Bahçesi olmadığı gibi ev tam yolun köşesinde.
İlçenin içinden geçip yukarıda küçük bir Çerkes köyüne giden yolun tam dönemecinde.
Evin önüne bir orkestra koymuşlar. Kadınlar bir tarafta oturmuşlar yolu tam
kapatmadan, diğer tarafta ise bir kısmı camekanlı kapalı bir yerde yemek
pişirmişler, diğer kısımda ise araba garajı gibi bir yerde masa sandalye
koymuşlar erkekler otursun diye. Gelir gelmez düğün sahibi Adnan bizi
karşıladı.
-Hoşgeldiniz Mehmet Bey. Dedi
müzik gürültüsünden belli belirsiz.
Bende:
-Hoşbulduk. Dedim ama duyulmadı
pek.
Adam anlamış olacak ki başını
salladı elimi tutarak. Elimi bırakmadan ‘’gelin yemek yiyin önce’’ dedi
uykusuzluktan çatlamış, kızarmış gözleriyle. Biz olmaz desek de girdik o
dediğim dükkan gibi bir yere. Bizden başka içeride kimseler yoktu. Herkes yemeğini
yedi de sadece biz kalmış gibi herkes bize bakıyor dışarıdan gibi geldi. Beyaz,
köpükten bir ‘tabldot’ dedikleri saçmalığın içinde yemeğimiz geldi. Üç dört
tane metalimsi tat gelen yaprak sarması, beyaz hafif soğuk yayla çorbası gibi bir
şey, lapa bir pirinç pilavı ve de sulu köfte tarzında bir yemek. Bana düğün
yemeği değil de öğrenci yurdunda çıkan yemekler gibi geldi. Biraz ondan biraz
ondan alıp yiyip kalktık masadan. Eşim kadınlar tarafına geçti, bende o araba
garajı gibi olan yere oturup oynayanları, halay çekenleri izliyordum. Bir ara baktım,
bizim hanım çoktan halayın içine karışmış. Müzik çaldığını zanneden orgun
başında iki kişi vardı. Hem ellerindeki sigaradan birer nefes çekip hem de
boğuk boğuk sesleriyle, şarkı desen değil, türkü desen değil bir şeyler söylüyorlardı.
Her şeyi o önlerindeki elektonik klavyeli aletten yapıyorlardı. Eskiden orkestra
deyince davul, zurna, bağlama varsa keman, trampet gibi müzik aletleri gelirdi.
Şimdi işin kolayına kaçmışlar, bütün müzik enstrümanlarının sesi sadece tek bir
aletten çıkıyor. Adam resmen klavyenin tuşlarından zurna sesi çıkardı
gözlerimin önünde.
Uzun yıllar bu ilçede kaldığım
için artık herkesi hemen hemen tanıyorum. Yanıma gelip bağıra bağıra ‘’nasılsın
meemet beey’’ diyorlar, bende ‘’iyiyim sağol’’ diyorum bağıra bağıra. Ara sıra
karton bardaklarda çay ikram ettiler, hepsinde aldım içtim. Çayı güzel
demlemişler hayret ettim. Normalde o kadar çok çay içmem ben. Düğünü sokak
ortasında yaptıkları için, ikide bir arabalar halayın ortasından geçtikçe gülesim
geliyordu. Arabalar yavaşça yaklaştıkça halay oynayanlara doğru, halayı hiç
bozmadan kenara çekiliyorlar, sonra tekrar devam ediyorlardı. Normal bir sokak
olsaydı belki sokağın başını sonunu kapatırlardı ama evin konumu öylesine
kötüydü ki, o dediğim köye giden başka yol yok. Herkes oradan geçmek zorunda.
Tam dört saat boyunca tepinip
duran insanları seyrederken, arada gözlerim karşıda sapsarı doğan, yükseldikçe
beyazlayan dolunaya takıldı. Bulutsuz dolunaylı bir ağustos gecesi hayatımın en
tuhaf diyebileceğim düğününde, bedenim oradaydı ama aklım çocukluğumdan
başlayıp bu seneye kadar zaman yolculuğu yaptı. Sesler kesildi ara sıra,
gözlerim daldı dolunaya bakarken. Kimseler yoktu yanımda. Sanki orada düğün
yoktu da, sessizce oturuyordum gece sokak ortasında. Arada sırada gözlerimi üç
dört saniye uzun kapatıp, açtığımda sanki burada olmadığımı, büyümediğimi,
yılların geçmediğini hayal edip durdum.
Sonunda orkestra sustu, ayağa
kalkıp terli insanların arasından eşimin yanına gittim.
-Hadi gidelim dedim.
O, dört saat boyunca oynayıp
halay çekmenin verdiği, kendine göre ‘’tatlı yorgunluk’’ la, sırıtarak:
-Hadi gidelim. Dedi.
Gelirken çocuk uyuyunca düğün
evinin giriş katında bir odaya yatırmıştık. Maşallah hiç uyanmadan uyumuş kerata.
Çocuğu arabasına oturtunca hemen uyandı. Düğün sahiplerine veda edip giderken,
eşim bir ara elimi tuttu. Yüzüme sırıtıp:
-Yarın kaçta gidelim? dedi.