Küreksiz Kayık
Eğridir gölünün üstüne güneş öylesine sıcak ve parlaklığını vermişti ki, bundan hemen kıyıcığındaki kasabada nasiplenmişti. Kasaba halkı da uzun ve yaman geçen kışın ardından gelen baharın gülümseyen yüzüyle mutluydu. Mavi badanalı, iki katlı evin avlusundaki balık ağı dağınık, köşede eskimeye yüz tutmuş sandal ise, küreksizdi.
Kasaba güne henüz uyanmamıştı ama Mert, avluya ilk çıkan olmuştu. Özenle baktığı siyah saçları, günün ilk ışıklarıyla parlıyordu. Üstünün dağınıklığını topladı. Kalın kaşları altındaki siyah badem gözlerinin çapağını elinin başparmağı ile derinden aldı. Altındaki yırtık pijamasının üstündeki rengi solmuş tişörtünü kaldırıp karnını kaşıdığında, komşularının horozu ise acı ötüyordu. Mert, gerinmesini tamamladığında, tulumbadan iplik inceliğinde akan suyla yüzünü yıkadı. Bugünün Cumartesi olmasına da ayrıca çok sevindi. Ayakkabısının ökçesine basıp, bir seğirtmede komşuları ve en samimi arkadaşları Süleyman ve Hakkı’nın evine koştu. Kerpiçleri bağırsak gibi dışa vuran evin avlusundan geçip arka tarafa dolandı. Yerden aldığı küçük taşı pencereye fırlatıp bekledi. Arkadaşlarının duymadığını düşünüp, yerden taş alacağı sırada pencerenin usulca açılmasına sevindi. On üç yaşındaki dik saçlı, mavi gözlü ve sarışın Hakkı, gözlerini ovuşturarak belli belirsiz seslendi;
“ Oğlum, sabahın köründe başka derdin yok mu?”
“ Hani akşamdan sözleşmiştik.”
“ Sahi lan! Ben unutmuşum. Hem öyle bir rüya görüyordum ki…”
“ Amcaoğlun Süleyman uyuyor mu?”
“ He ya!”
“ Rüyanı anlatıyordun. Hayırdır?”
“ Hiç sorma, aklımdan uçup gitti. Sahi uçup gitti deyince, aklıma geldi. Üçümüz gölün kenarında gezerken, birden gökyüzüne doğru uçup gidiyoruz.”
“ Bırak oğlum uçmayı da, hadi hazırlanın. Bugün ne yapacaktık? Balık avlamaya gitmeyecek miydik?”
“ Tüh! Sahi ya! Unutmuştum. Dur hele! Süleyman’ı da hemen uyandırayım!”
“ Çabuk gelin ha! Kimse uyanmadan bizim avludaki kayığı göle sürükleyelim.”
Mert, eve, nefes nefese geldiğinde, boyası çıkmış, geçen senenin katili kayığa göz ucuyla bakıp içeri geçti. Üstünü aceleyle giyip, akşamdan hazırladığı yiyecekleri torbaya özenle koydu. Kapıyı sessizce çekip, dibeğin önünde arkadaşlarını bekledi. Aklından bin bir çeşit balığı hayal etti fakat göldeki balıkların cinsini de biliyordu.
Babasının belediye’den aldığı maaşla geçim oldukça zordu. Annesinin el kapılarındaki temizlikten yorgun bedeni ve zayıf hali Mert’i üzüyordu. Bir gün, babasına ‘okuldan ayrılıp, çalışmak istediğini’ söylediğinde, babasının sert tepkisi, tokat gibi suratına patlamıştı. Bu akşam, annesine sürpriz yapmak, ona tutacağı balıkla sevindirmek istiyordu. Elindeki ufak taşları oyun olsun diye kayığın içine atmaya başladığında, arkadaşları da sessizce avludan içeri girmişti. Hep birlikte ferik bedenleriyle kayığı güçte olsa gölün kıyısına getirmişlerdi. Üçünün de damakları kurumuş, neredeyse kalpleri yerinden çıkacaktı. Mert, alnında biriken teri silip, Hakkı’ya;
“ Olta takımlarını inşallah unutmamışsındır.”
“ Heç unuturmuyum, bak şu torbadakilere, akşama kadar yetecek nevalemiz var!” Süleyman, tombul yüzündeki çarpık dişleri arasından;
“Bende bir damacana su aldım. Bu bizi okyanusa kadar götürür.”
Mert, soğuyan bedenine gelen üşümeyle bir anda titredi. İçinden “ Hayırdır! Herhalde Azrail yokladı” diye yinede hayra yorumladı. Evlerden getirilen erzakları, kayığın içine yerleştirdi. Kayık da suyla buluştuğunda, hepsinin gözlerinde mutluluk ve balıkların oltaya gelişlerinin hayali vardı. Süleyman, kayığın kıç tarafına geçip;
“ Eee kürekler nerde?” demeye kalmadan rüzgârın esintisiyle birlikte kayık da gölün içine doğru kıvrılmaya başladı. Mert;
“ Arkadaşlar, önce söyleyim, bu kayığın kürekleri yok. Ellerimiz ne güne duruyor! Hem gölde bir şey olmaz ki. En fazla biraz ileri gideriz. Haydi, hepimize rast gele!”
Güneş kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladığında, rüzgârda belli belirsizdi. Kayık ise gölün içlerine doğru çekiliyordu. Çocuklar kayık içinde keyifliydi. Söyledikleri şarkılar olanca gücüyle gökyüzüne aksettiğinde, kahkaha tufanı da alabildiğineydi. Artık kasabadan göle yansıyan hiçbir şey kalmamıştı. Yüzme bilmeyen Hakkı’nın içini korku sarmıştı. Tek gördüğü, kayık, arkadaşları ve gökyüzü altındaki alabildiğine sonsuzlukla dolu gölün sularıydı. Korkusunu, arkadaşlarının cesaret dolu hareketlerini görse de, gideremedi. Titrekçe çıkan sesiyle amcaoğlu Süleyman’a,
“ Ben korkuyorum! Ya geri dönemezsek!”
“ Ne korkuyorsun oğlum! Üçümüzde altı tane el var. Bir çırptık mı, iki dakikada evdeyiz!”
“ Sen öyle zannet! Korkuyorum!”
“ Bırak gevezeliği de, şu takılan oltayı düzeltiver, yoksa ellerimiz boş döner.”
Küreksiz kayık, su üstünde nereye gittiği belli değildi. Gökyüzündeki güneş, ara sıra kaybolup bulutların ardında uzun süre saklanıp, çıkmıyordu. Kayık rüzgârın artmasıyla yalpalamaya başlamıştı. Mert, korku dolu bakışıyla gökyüzüne baktığında güneşi aradı. Bulamadığında, küçük ellerini Allaha yöneltip, duasını etmeye başladı. Yalvardı. Bulutlar ise, gittikçe kümeleniyordu. Her taraf sanki geceye yakın bir hal almıştı. Doğa, korkusunu bir kez salmıştı. Oltalar, sallanan kayığa rağmen gölün altında balık bekliyordu. Süleyman’ın heyecanlı bağırmasına diğer çocuklar ürkmüştü.
“ Yakaladım! Yakaladım! Büyük bir kısmete benziyor!” Mert,
“ Çeksene oğlum çeksene!”
“ Acele etmeyin, yoksa balık ürker. Yavaş çekmek lazım. Haydi, açın bakalım misafirinize bir yer! Hani alkış?”
Balık oldukça iriydi. Hakkı’nın oturduğu bölmenin altında parlayan yüzgeçleriyle balığın çırpınması fazla sürmedi. Süleyman, oltayı balığın ağzından çıkartıp, solucanı tekrar takıp fırlattığında çok keyifliydi. Rüzgârın sert esmesine aldırış bile etmiyordu. Hakkı, yanağına düşen damlanın karabulutlardan geldiğini biliyordu.
“ Ben size demedim mi, bu havaya güven olmaz diye!”
“ Bu kadar ödlek olma oğlum! Biraz rahat olsana!”
“ Elimde değil, içimde sanki kötü bir şeyler olacak hissi var!”
Kayık, bir ölü, üç canlı bedenle bilinmeyene doğru yoluna açılarak devam ediyordu. Hakkı, korku gözlerle bir kez daha tekrar etti.
“ İçimdeki ses, buradan sağ olarak dönemeyeceğiz diyor.” Mert ve Süleyman yüzmeyi bilmenin güveni ile alaysı gülüşlerini sürdürmeye devam ettiklerinde, rüzgârda fırtınaya kendini teslim etmişti. Çocuklar, oltalarını gölden çıkartıp, kayık içine dolan suyu boşaltmaya çalışsalar da şiddetli yağmur kayığı gittikçe ağırlaştırıyordu. Çocukların çığlığını duyan yoktu. Gökyüzünün kararan korkusu bu kez her yeri sarmıştı. Kayık metrelerce havalanıp kayalığa çarptığında çocukların küçük bedenleri de çil yavrusu gibi gölün üstünde cansızdı. Yakaladıkları balık ise yan yatmış çocukların arasındaydı.
Kasabada panik, ateş düşen evleri sarmıştı. Tüm ahali gece gündüz çocukları aradı. Ormanda gidilmedik yer bırakılmadı. ‘Umut’ diye dönüşleri beklendi. Göl, yaşlısı, genciyle ablukaya alınmıştı. Motorlu kayıkların biri gidip diğeri, yorgun ve umutsuz geliyordu. Dalgıçlar, derinlere dalıp küçük bedenleri arıyordu. Umudun tükendiği yirminci günde, motorlu tekne cesetlerin ağırlığı ile sahile yaklaştığında, motordan inen köyün delikanlısı Yusuf’un başı kalabalığa doğru eğikti.
Kasabalı, sandalı çevrelediğinde, küçük cesetlere sarılan yakınların feryatları da gökyüzünü deliyordu…
Ertuğrul ERDOĞAN/2008/Bursa
(
Küreksiz Kayık başlıklı yazı
ErtğrulErdoğan tarafından
15.04.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.