İstila edilmiş bir düş meclisi ve
ayağıma geçirdiğim rugan botlarım: bata çıka yürüyorum yolun çağırdığı yana
değil ters istikamette yürüyorum hem de bodoslama.
Bir arayışın da izini sürüyorum ve mahkûm
edildiğim hayatın kömürlük penceresinde bakıyorum içime ve içtimada geçen ömrün
şakağına dayıyorum kalemi.
İzbelerde saklı enginlikler akla
ziyan lakin…
İzbedeki o rutubet ve nemli gözlerim…
Sayaç aralıksız yol almakta bazen
gerisin geri giden rakamlar ve işte yek attığım düşeş gelen hizaladığım
duygular.
Kat ettiğim makber.
Kaybolduğum mahşer.
Yankısı yok artık seslerin çünkü tek
yaşam belirtisi yok üzerime geçirdiğim.
Geçkin nidalar sökün eden asırlık
şarkıların bam teline dokunan yüreğim ve matemi yolcu ettiğim mahremi ifşa
ettiğim.
Kalibresi bilinmeyen bir isyan ihtiva
ettiğimden de öte itiraz ettiğim ve kış gerçek kimliğini sırtına geçirdi
sonunda.
Meylettiği bahar havasını da savurdu
düne ve bulutlar kar toplarken aralıklı yağan yağmurun sitayişine tanık iken ve
de düne takık bir rabıta bayrakları açıp da yollara düştüğüm.
Yitik sözcükler askıda ekmek gibi.
Yatık gemiler dümeni kıran kaptan
gibi.
Meali günün ve kış gerçek yüzünü
gösterdi ben ise üşümeye doymuyorum ve çıplak ayaklarımla arşınlıyorum yolları.
Duygusal mahiyette çökkünüm.
Redif yutup kustuğum cinaslar ve
aşkın ölü kimliğine sövdüğüm.
Muteber olansa yalnızlık ve çoğul
kimliğime duygular sirayet ediyor: mevsime yataklık yapan bir dere yatağı gibi
oysaki içim nasıl da kurudu kurada çıkan hüsran misali gel-git leri ömrün ve
devasa bir girdap içinde dönendiğim ve şafak saydığım geceler dünde kaldı bense
erkenden ayakta ve içtimada saat tutuyorum.
Ve devasa bir es verip içimdeki rüzgâra
mağlup geldiğim kadar mazlum olmanın kitabını yazıyorum.
Gücüme giden ölümcül güçler.
Güç bela yaşadığımsa aşikâr.
Güleç değil günün siması ve geceyi
delen bir ışık misali içimde ışıyan yalnızlığın gölgeli yolu bitap düştüğüm.
Melodiler çalan ve derin bir
melankoli.
Göğü zımparalayan gök gürültüsü ve
kar fırtınasının saatini önceden tahmin eden gelişmiş teknoloji gelin görün ki
gelişim odaklı hayatta bazı şeyler gerisin geri gitmekte misal teknoloji özürlü
benliğimle savrulduğum kadar savunmasını yapamıyorum içimde yenik düşen çocuğun
gözyaşlarına eşlik ediyorum ve göğü delen bir ışık huzmesi adeta kıyamet
alameti ve fıtratımdaki fırtına eksiksiz görevini yapmakta ve batağın ardından
beyaz bir çağrı ya ölüm ya doğum ya da ikisi birden eşlik ederken döngüye
hatmettiğim sözcükleri bir bir süzgeçten geçiriyorum.
Zımba gibiydim madem dünümde.
Zinhar ölgün mizacımla yittiğim
günümde.
Ve ezan sesi kucakladı evreni ve
kuytularda geçen ömrümü alaşağı edip bir isyana denk düşen zemheri.
Kardan adamlar ve kadınlar.
Kardan mütevellit çağlayan sular
donan nehirler.
Kar kapıyı aldı işte ve İstanbul bin
bir nazıyla yerleşikken tüm şehirlerin yüreğinde bilen biri de var aslında
İstanbul’un kendini naza çektiğini.
Zarf atan posta güvercinleri.
Şehrin silik yedi tepesi.
Bir isyan zinciri ya da inkâr ve
itiraf ediyorum suçumu:
Çünkü ben bir imla hatasından
ibaretim.
Çalgı çengi sunumda.
Çingene Kadını pembe eteğiyle
sürtüşüyor yağan karın her zerresine konuyor ruhuyla ve pişekar gölgeler sitemkâr
mizaçlarında savuruyorlar içlerinde taşıdıkları ne varsa dışa vurup sözüm ona
şeffaf bir kimliği yansıtıyorlar.
Günler var ki kendimde değildi.
Bir ömür ki heba ettiğim ve uzatmaları
oynuyorum şehrin aksinde bir resim ve yağan karın nezdinde tutuk iken nefesim.
Bir tutku ise yaşamak ne ala.
Bir sus payı söylemse yaşam sessizlik
gırla.
Sesin yankılandığı o dehliz ve maytap
geçen şehir magandaları ve hayli nüfuzlu çoğu ve çağlayan dereler ve zırlayan
siren sesleri ve umudu saklı tutup içime yağıyorum ve kapanıyorum da içime hem
de bir daha açmamak kaydıyla.
Rüştünü ispatladı artık cüce Şubat bense
soluksuz kaldığım kadar silik bir notayım ve de ıslak imzam göreceli mutluluğun
hasretini çekerken mutlak bir sayı gibi ne artı ne de eksi hanedeyim.
Çalıntı cümleler aksediyor ama
olmuyor.
Alıntı bir rüzgâr iken sessizlik boşa
koyuyorum dolmuyorum.
Dolgun bir kadın yokuşu çıkıyor ve
bir koşu düştüğü neyse peşine ayağına göre yorganını uzatmak ne kelime
yorganına ekliyor arzularını.
Tabular saklı toplumda.
Hurafeler esiyor karanlığın
girdabında.
Meali yok insanların duyguların da.
Rüştünü ispatladı ispatlayacak çocuk
gelinse kimsenin umurunda değil.
Umudu tükettiğimin arkası emsalsiz
bir zenginlikte kapı önüne koyduğum kalemse yuvasına ve sahibine sadık bir
köpek gibi nasıl da yaltaklanıyor belleğimdeki kayıtlara ve rüzgâr hızını
arttırdığı gibi kalem de ışınlanıyor bir sözcükten diğerine.
Çılgın nidalara tutsak evren.
Mevsimsiz ve zamansız ölümler aman
vermiyor.
Yaktığım ateşte yanmakla meşgulüm ve
kendimi kendime hapsettiğim.
Adam boyu yalnızlık.
Kıvılcımlar sıçrıyor saçlarına
doğanın.
Kâinat beklemede Tanrı ise çok
kızgın:
Martaval okuyan beddua okuyan nice
çelişik düşünce ve ismi olmayan adamlar ve kadınlar sözcük avına çıkmış belki
de ağlarına düşürecekleri masum duygular biriktiriyorlar derinde bir yerde.
Bağcıkları çözülüyor ruhumun ve yere
kapaklanıyorum ve içine uçtuğum uçurumun gazabına denk düşüyorum.
Çok da üşüyorum ve beyaz tenimde
şafaklar atıyor ve renk renk yağmakta kar taneleri.
Düşüyorum yeniden.
Üşenmeden kalemi soyup yeni yeni
elbiseler deniyorum…
Bir şiir iken kepi.
Bir hikâye iken botları.
Bir roman iken montu.
Üşenmeden ben de giyinip soyunuyorum
farklı farklı duyguları.
Kalem çıngar çıkarmakta bense çileden
çıkıyorum ve vakti zamanında belki yüzlerce çile yünle ördüğüm ne var ne yok
çöpe fırlatıyorum.
Duygular gibi
Çözülen ayaklarım gibi.
Aşk gibi.
Ruhun şadırvanı ve göğe kurduğum
otağı gibi.
Cümleten ölüyoruz da: ben ve kalemim
ve kaleme aldığım binlerce yazı ve şiir.
Üstüne benzin döküyorum kalan benzini
de içiyorum.
Ölü bir iklimden ve benden arda kalan
ne varsa…
Yakıyorum ölümüne ve hala üşüyorum.
Düş meclisinde geçen ömrüm.
Bitap düşüyorum.
Gerisi mi…
Üstünde yürüdüğüm o gergin ip beni
üstünden fırlatmaya çalışsa da direniyorum.
Kalemse çığlık çığlığa.
Duymazdan geliyorum çünkü ben artık
kalemime küskünüm tıpkı hayata ve kendime küs olduğum gibi.