Milleti doğuran da ana, yaşatan da
TOZLU RAF adlı yazmaya yeni başladığım bir kitaptan alıntı.Bu kitapta kıyıda ,köşede unutulmuya yüz tutmuş,edebiyat kütüphanemizin raflarında üzeri toz bağlamış hikaye ve yazılara yer verilecektir.
Tevessül bizden,mukadderat Allahtan .
*
Kastamonu Müdafa-i Hukuk şubesi kadınlarının 1922’de Lord George’nin hanımına çektikleri bu telgraf; Yassı Çemen Savaşı’ndan Niğbolu Zaferine, İstanbul’un Fethinden Balkan Muharebelerine kadar cephe cephe direnen, Çanakkale’de Erzurum’da destan yazan Anadolu kadınının geçmişte olduğu gibi Kurtuluş Mücadelesindeki vazifesini de dünya milletlerine gururlu bir haykırışıydı aslında.
Ne Hayme Analar biter bu topraklarda “Devletin hamurunu yoğuran” ne Hüma Hatunlar yok olur “Fatihler doğuran”... Tam “Bitti, hasta adam ölüyor!” diye nida ederken ağyar; bir Kurtuluş Savaşı vuku bulur ve Şerife Bacılar, Nezahat Onbaşılar, Kara Fatmalar, İğneli Hatunlar, Selanikli Ayşe Çavuşlar ve daha niceleri yeni destanlarla düşman durdurur.
Kadim tarihimizde, hemen hemen her savaşta olduğu gibi Kurtuluş mücadelemizde de kadınlar ayrı bir yer tutar. Üstelik öyle olaylar yaşanmıştır ki koskoca bir tarihi bir hikâye ile akıllara kazır, ansiklopedilerle anlatılan ahvali özetler.
Harp Mecmuası’nda kayda geçmiş ve gerçek bir hikâyedir genç subay Abdülkadir Kemal’in yaşadıkları…
“Bilecik İstasyonu’nda askerî bir tren harekete amade idi, lokomotif istim hazinelerinde fazla geleni keskin bir hışırtıyla semaya savuruyordu. İkinci kampana çalınmış olmalı ki vagonlara inen binen yok. (…)
Trenin tam karşısında ve kapısı açık kırk beşlik bir vagonun hizasında bir karaltı vardı, oraya mıhlanmış duruyordu. Abdülkadir Kemal bu karaltının ne olduğunu anlamak istemişti, evvela nöbetçidir diye hükmetti. Hakikatte bu bir evlad-ı vatan bekleyen şefkatli bir anneydi.
Yanına yaklaştığı vakit, vücudu manevi kederlerin büktüğü bellerin rükû şeklini andırır bir şekilde biraz önüne doğru eğilmişti. Elinde bir değnekcik, sırtında bağlı bir torba vardı. (…)
Abdülkadir yaklaştı:
-Valide burada ne duruyorsun? Sualiyle aşağıdaki konuşma başladı:
-Şimendiferde asker oğlum var; onu geçirmeye, selametlemeye geldim. Söğüt’ün Akgünlü köyünden, Osmancığın ana yatağından Mahmud oğlu Hüseyin.
-Çağırayım mı, görmek istiyor musun?
-Ona bir sözüm var, söyleyecektim. Zahmet olmazsa, sana dua ederim.
Abdülkadir vagona koştu. Bir künye okudu. Mahmud oğlu Hüseyin, Söğüt.
Bir ses:
-Efendim. Benim Mahmud oğlu Hüseyin. Söğüt, Akgünlü’den.
-Gel oğlum, anan seni görmek istiyor. Delikanlı vagondan atladı. Şimşeğin ışığı altında seçilebilen levendine bir vücut, filiz gibi bir boy, Hüseyin Polat, müheykel gibi hazır ol vaziyetinde sağ el selam ve ihtiram mevkiinde Abdülkadir’in karşısında emre amade idi.
Beraberce yürüdüler. Muhterem validenin karşısında durdular. Hüseyin anasının elini öptü. Zavallı valide ciğerparesini bir daha kokladı. Dedi ki:
-Hüseyin... Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, ağaların da Çanakkale’de yatıyorlar. Bak son yongam sensin! Minareden sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse, sütlerim haram olsun, öl de köye dönme. Yolun Şıpka’ya uğrarsa dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma! Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin.
Hüseyin bu sözleri kalbinin en derin ahd ve vefa yerine gömdüğünü ima eden bir saygı ile dinlemişti. Anasını ve Abdülkadir’i selamladı, gitti.
Abdülkadir bu büyük ruhlu kadınla yalnız kalmıştı, sordu:
-Valide demek ki sizin soyun erkekleri hep şehit oldular öyle mi?
-Yalnız bizim soy değil, oğul. Elli yıldır köyümüz köy mezarlığına bir delikanlı gömmedi. Din dursun da biz hep ölelim.
-Şimdi köyünüzde hiç erkek yok mu?
-Bizi beğenmediniz mi? Hiçbir işimiz geride kalmadı. Evvelden nasılsak yine öyleyiz, bağrımıza kara taş bağladık düşman mahvoluncaya kadar dayanacağız. Yaradan’ım bana o günü göstermeden canımı almasın, dedi.
Abdülkadir bu ulu validenin karşısında donmuş kalmıştı. Dayanamadı, gözünden iki iftihar damlası salıverdi, iman ve kanaatle şu sözleri söyleyerek ayrıldı: Milleti doğuran da ana, yaşatan da.”
Nermin Taylan
(Harp Mecmuası, sayı 17, 267,268)