Çengisisin yüreğin mehtaba dolanan
ellerimden akan yaşın izafi sağanağında, gözümden sakındığım yalın bir düşten
de öte bir renksin ulaşılmazın mümkünatında kayıtlı bir ilham gibi gergin ipin
üstünde yürüyen bir cambazdan arda kalan bir çift pabuç gibi sahibini bekleyen
esintinin emaresi sözcüklerin de külliyatında firar eden nice imge nice fasıl
nice duygu nice düşünce…
Nasıl sevdiğini ve nasıl öldüğünü
açıklayamazken insan, fıtratına yenik düşen fırtınanın verdiği eziyettir belki
de meziyet abidesi, nefes nefese kalmışken sefil nefsim…
Ve ardından gidiyorum gidenlerin
dönme ihtimalini bir varsayımla eşleştirdiğim kadar kirli ellerime bulaşan
mürekkebin kokusunu içime çekiyorum bir matrah iken sözcükler yayımlanmış iki
değersiz kitabımla da istişare ediyorum:
Bir yıkım.
Bir ölüm.
Bir döngüde kanıksanası
hapsolmuşluğumla münazara ettiğim cenderede geçen zamanın afra tafrasına isyan
etmekten de ötesi gelmezken elimden.
Ve merhum şairin de son noktayı
koyduğu:
‘’Gelmiyor elimden yaşamaktan başka
bir şey…’’
Cennet olsun mekânın sevgili şair
mademki irdeleyecektin ölümü düşeş mi attı kaderin izafi bir yolculuğun da
makinisti iken bir sözcüğün bir dizenin gücüne hayranlık duymakla sevmekle ve
ölümle ilintili her varsayım.
Frapan bir yalnızlık dikilmişken
benliğime ve ruhuma farını sürdüğüm bir ölümle el sıkışıyorum ve bakımlı bir
ölü olmayacağımın bilincinde hayatı bozuk para gibi harcamanın verdiği teselli
ile tecelli edecek ölümü çağırıyorum adeta iç sesimle.
Muhtevası yürek olan iklim.
İkilem yüklü göğün ardıç kuşları.
Ellerimde solgun çiçekler neferi
olduğum duyguların baskınında kalemimin ve ellerimin kelepçelendiği.
Mağdur bir iklimim ben.
Maruz gören görmeyen kimse metazori
bir yaklaşım mıdır yoksa yazmaya düşkünlüğüm ve işte ters takla dahi attığım
ömrün arka bahçesine duyduğum özlemle karanlığı dilimliyorum yüreğimdeki
aydınlıkla.
Söylemek istediğim fazla bir şey yok
artık kıyı köşede kalmış ne kadar kitabım varsa çoktan sahafların yolunu
tuttum.
Sair kitap.
Türü alıntı algı bozukluğu aslında
içimde saklı tek lüks iken anlatma güdüsü ve gaipten gelen bir sevgi.
Yazgımın tesellisi yazdıklarımın da
tecellisi.
Manidar bir gülümseme ile bana göz
kırpan dünde kalmış nice yabancı ve işte istişare ettiğim ölümlü yüreğimde
saklı tuttuklarım ve ölümsüz olmakla ilintili tek cümle dahi gelmezken içimden…
Düşlerim terli, sevgili hafız ve
aklım beş karış havada ters takla atmanın verdiği yorgunlukla takvada geçmesini
arzu ediyorum sözcüklerimin…
Sözcüklerim benim kıymetlim ve her
kalem bana küstüğünde daha da anlam bürüyor sözcük cemaatinde defnedilmeyi bekleyen
suskun kalemimin de telvesine bandığım ruhumu bir avazda söküp çıkarmak
istiyorum bedenimden.
Bedeller ödediğim hayallerim var
benim daha doğrusu vardı eskiden ve varamadığım limanlarda yalıçapkını ile
hasbıhal etmenin ötesinde bir şey dilemedim Tanrıdan.
Böğrüme saplanan o sancı kalemin
hançer gibi sırtımdan vurduğu.
Issız bir gün imla hatası bildiğim Aşk’ın
doğuşuna aş eriyorum.
Sürüncemede kalan ne var ne yok
sürünüyorum bir başıma sürtüyorum eteklerimi ve nihayetinde sürmenaj olacak
beynimin günde kaç bir sinir hücresini öldürdüğünü kestirmeye çalışıyorum.
Kestirmeden gittiğim yollar gibi.
Kestirip de attığım cümlelerim gibi.
Sökün eden karanlığın dokunuşunda
vücuduma elektrik verilmişçesine yere yığıldım ve peşimi toplayan annemin bu
sefer ben peşini toplarken…
‘’Annem çok küçükken öldü.
Beni öp, sonra doğur beni.’’(Alıntı)
Her rengi bahşedensin ve insanlık her
haltı yerken, doymazlığın arifesinde saklı bir hücumdur bu ve de bir
başkaldırı…
Çocukla çocuk olmanın büyüsünün
üstüne çürüğe çıkmış iken içimdeki kurşun asker.
Büyüyüp büyümemekle de ilintili değil
hani, yeryüzü yeter ki tek yüzlü olun ve yüz bin kere de seni seviyorum, deyin…