Yamadığım ruhumun aslıydı o. Yarınlarımın umudu, yaralarımın umuru… Ondan her uzaklaştığımda bana gelen o yakarış seslerini duyardım. Duygulanır, darlanır ve sonunda dayanamaz, onun yanında bulurdum kendimi.
Evet, evet! Elzemdi aşk. Şahıslara yüklenemeyecek kadar ve değişikti. Bir gün kötü bir gün iyi olan bir şeydi. Şey? Tarifsizdi… Su gibi gerekli olan o şehveti bir şişede saklamak isterdim. Çünkü insanlığı bu kadar meşgul eden duygunun kalıbı, kuralı, kaidesi olmalıydı.
Önce plastik şişede sakladım onu, koktu. Sonra cam şişeye koydum, kırıldı. Aksın dedim özgür bıraktım, bir baktım ki yolu hep bana aktı. Aşkı kendime o kadar yakıştıramıyordum ki en yakınım yerine hep merkezden uzağa baktım, çevrede aradım. Gördüm ki herkes kendine göre bir standart belirliyordu. Mesela biri sevilmek istiyordu, diğeri delice sevmek, diğerleri sevdiği kişi tarafından sevilmek… Oysa onlara uysam başka uymasam bambaşka oluyordu. Kendime literatür belirledim. Okudum, okudum; anladım ve yine okuyordum (yaşadığım ve varlığımı hissettiğim müddetçe)
Satırlar dikkatimi çekerdi. Yani günler işte, süregeçmiş günler ve süregelen günler. Her paragrafın sonunda küçük harfle biten bir dün ve her noktadan sonra büyük harfle başlanan bir yarın. Eksi artı tablosu gibiymiş yaşadıklarım ve diğer insanların yaşadıkları. Kiminin kayıp kiminin kazanç olarak göründüğü evrenin taslağına da ‘kader’ takmışlar adını. Ki kader gibi gizliydi bu aşklar, kader kadar birbirinden eşsizdi.
Hem elinden gidecekmiş gibi korkarak hem sonsuza dek elinde kalacakmış gibi kollayarak hem de eline hiç geçmemiş gibi kolaylıkla yanımdaydı, yanıbaşımda! O hem bir başlangıcın habercisi hem de sonun harabesiydi. Düşünmek yetmezdi, hiçbir zaman da yetmedi. His de vardı fakat burada bahsi geçen eylemdi.
İşte belirsiz bir zamanda aşık olduğum adam bir gün bana dönüp şöyle dedi “Kendinden ne kadar verebiliyorsun?” Donakalmıştım. Benden canımı mı istiyordu? Bir kedi olsam dokuzdan birini verebilirdim. Ama ben bir insandım. Hatalarıyla, kusurlarıyla bir cana sahip bir insan! Gerçi biz insanlar dünyada yaşarken çok kez ölürüz. Daha doğrusu ölümü tadarız. Acaba öyle bir şey mi arzuladı benden?
Döndüm ve dedim ki “Sana ne kadar lazım?” Bu cevabımı esnafça bulduğunu söyleyip gülmüştü. “Sana gülüşünü hatırlattım, benim için bu da bir ölüme direniş, yaşama kendinden bir parçanı vermektir.” dedim. Ardından esen rüzgarın hışırtısını ve onun derin bakışlarını üzerimde aynı anda hissettim. Onun bakışları daha keskindi. İnime kadar inip içimin o yelle savrulmasına yetmişti. Fazlasını isteyen her düşünce kalıbı ruhu zehirlerdi. Ben buna dayanamadığımdan yolları ayırmanın yolunu bile aramadan hemen uzaklaştım o ruhtan.
Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. Bu sefer de zamanını anımsadığım bir anda aşık olduğum bir adama geçmişimden bahsettikten sonra kalkıp bana “Yaralarını ben sarayım.” demişti. Boşboğazlığıma mı kızsam boş bardağın dolu kısmına mı baksam daha iyidir, başta bilemedim. Karşımdaki beni güçsüz görüyordu. Daha vahimi ise beni düzeltmeye çalışıyordu. “Olamaz!” dedim. Tabi bu sesin volümü çok düşüktü. Ki benimle yeterince ilgilenseydi dudak hareketlerimden bile anlayabileceği kanaatine vardım.
Derin bir nefes aldım “Aşkın yaralarını o aşkın içinde olanlar sarar.” deyiverdim. “Ne yani, seni bu kadar üzen kişiden mi bekliyorsun bunu” dedi. “Hayır” dedim. “O aşk tek kişilikti, kendim sarabilirim tüm geçmişimi.” Önce bana acıdığından sarılmaya yeltendi. Uzak durdum. Sonra lafını yiyen her erkek gibi teselli cümlelerine başladı. Sonsuza kadar yanımda olacağına dair yeminler etti, sözcükler savurdu. Savurdu diyorum çünkü başı sonu olmayan hayali bir dünyada yaşıyordu. Onu gidişimle uyandıracaktım. Yine onun hakkına girmemek adına yaklaşık bir hafta sonra “değerli zamanını kalbi sende olmayan biri için harcamak yerine her sabah kalp atışlarını duyduğun bedenine ve bir gün karşılaşacağın ruh eşine harca, seni tanımak iyiydi” diyerek barikatlar ördüm. Umarım iyidir ve umarım ki her şeyi değiştirebileceğine olan inancının sönmesi için yaşanmışlıkları ve otuz ikisini beklemez.
Kusursuz düzen işliyordu. Annemin yanında durduğum kadar onun yanında durmak istediğim lakin annemin istemeyeceği kadar zor bir aşkın içerisindeydim. Muhabbeti o kadar hoşuma gidiyordu ki hormonlarımın etkisinde miydim? Ben onun parasından değil işinden, zekasından değil çalışkanlığından, beni sıkı sıkı tutmamasına rağmen hala ona koşmamdan etkilenmiştim. Aslında dışarıdan bakılınca öyle mükemmel değildi ama kendini o kadar muhteşem görüyordu ki bazı küstahlıklarını sindiremesem de görmezden geliyordum. Ona yaptığım hataları hep dillendirirdi ama yine benimle olmak isterdi. Bir gün ona bunun nedenini sordum. “Ne yapayım, kabul ediyorum, ederim de hep seni.” dedi. Bende bulduğu gurursuz aşk mıydı kusursuz aşk mı, bilemedim.
Neyse ki bir günden sonra bu toksik ilişkide daha fazla kalamayacağımı anladım. Ona açıklama da yapmadım. Sadece mesajlarına cevap vermedim. Sessiz başlayan bu ilişki sessiz sedasız bitti.
Aslında bütün ilişkilerimde zamanın en net haliyle üzerimde durduğu, bana zamansızlığı yaşatan o duygunun sonsuzluğunu istedim. Aslına bakarsak mesele bencil bir duygu olan aşkın versiyonlarını kendimizce görmekti. Asıl önemli olan ne “sen” ne “o” ne de “biz” idi! Mesele “Ben”di. Kendimi bir bütün yapma uğraşımda tonlarca parçamdan birine bile dokunanı hep sevdim saydım. Şimdi görüyorum ki aşk bir bütün olarak içimdeydi ve fark ettim ki ben henüz aşık olmadım!
TUĞSEL KARAKIRIK