Düşlerim takriben bir adam boyuydu
adımladığımın ötesi kalemin de ötesi berisi ve askıntı imgeler asma katında
hayatın nasıl da bir bir irdeliyordu içimdeki şarlatan mevsimin ve küpümü
doldurdum sözüm ona:
Bolca bilgi ve anı ve sevgi.
Bolca da insan kiminin ansızın çekip
gittiği kimi ise gelmeden yoksun bırakmışlarken kendilerinden ve işte dertop
edilmiş evren isyan dolu nice insan sözcükler ise sevgiye ektiğim tohum gibi
ansızın fidan boyu sevdam ve çıkmadığım kadar rotamdan ve bilumum imge dizelere
şirk koşan yaralı dizlerimle, diz dize geçen yıllarım sevecen dizelerimden de
yok iken başka ederim.
Hüzün bir balçık üstüme başıma
bulaşan.
Mevsimse alabildiğine karmakarışık:
Bir sıtma gibi sızma yağ gibi gün
gibi gece gibi belli olmazken havanın neminden çıkıp da yola namı alıp yürümüş
sıcaklığın benzerini yaşadığım kalemi elime her aldığımda çıkıp da ortaya
dümtek oynadığım misal en azından oynatmamak adına aklımı akla zarar hayallerim
ve miski amber kokan sığınağım sırça köşküm kimine göre mahzen kimine göre
mezar gel gör ki: cehennemden arınıp kendime inşa ettiğim cennetim kimse ayak
basan elbet başımın tacı bir minvalde yüreğimde sakladığım kadar değeri de
büyük iken bendenizde.
‘’Kurallara meydan okurcasına sahiplensem de can çekişen bir
eskilik koparmıştı onları da. Durdum. Bir mısra yankılandı, Cahit
Zarifoğlu’ndan zihnimde: “İçimiz hep bir hoşça kal ülkesi.”
Yaşımızı yılların arasında katık edip zamana yedirdikçe,
umutlarımızın yerini korkularımız aldı belki de. En sevdiklerimizi yitirme
kaygısını kesik kesik soluyorduk, geçip giden günlerde. Toprak sıcaktı, bağrına
almayı severdi, en çok da kendine benzeyeni. ‘’(Alıntı)
Misilleme yapan kartala dönüp bir b/aktım da:
Ruhumun serveti ve gözlerimin yoldaşı o çiy tanesine ve de:
Bir v/eda mektubu daha mı yazmalıydım ama bu sefer sadece ve
sadece kendime?
Bizim muhite gelmiştik hem, azizim:
Siz yolunuza ben yoluma elbet yoldan çıkmamak adına mevzubahis
olan aşktı madem onu da sizi de gömecektim en derine…
Hiç karşılaşmamış mıydık yoksa?
Ya da ya da:
Bir kereliğine mi lütfetmişti siyah iri gözleriniz yüreğimdeki
dehlize ışık tutam mademki ilk günden beri sizdiniz…
Yalanım yoktu azizim:
Bir iyilik bir güzellik ve hatırşinas bir şiir bir de
teveccühünüz ölümle pekişen hasretimle önce kendime sonra da size olan
uzaklığım lakin ben illa ki severdim düşmeyi ya çukura ya denize ya kuyuya ya
da…
Aşka…
Temenni etsem de etmesem de aşikâr, seven taraftım bir o kadar
yüreğimin Araf’ta saklı olduğu kadar…
Zevcem de mirim de yâdım da günüm de ve yarınlarım varsa yoksa
aşkla bezenmişti bense kimselere benzemediğim kadar hem benim uyruğum da aşk
iken şatafatlı yalnızlığıma batan dikenlerim de ve dilemmasında evrenin salkım
saçak duygularım salkım söğüt sarmalında hem hiçliğimin hem de sonsuzluğa şirk
koşan şu yazma aşkım yok muydu hele ki…
Pirimdiniz.
Ve de mirim.
Bense sadece bir çiy tanesi:
Kurda kuşa yem olmadığım kadar başım dik gözüm zirvede aşk iken
kinaye yüklü cihana verebileceğim en şık cevap gerçi soran da yoktu ya halimi…
Kem küm etmeden severdim hem ben ama çocukken.
Ve büyüdüm ve yüreğim de büyüdü bense büyülenmiştim bu duygu
yoğunluğunda kumsala vuran çakıl taşları gibi ya da istiridyeler ve her bir kum
tanesi bana sonsuzluğu çağrıştırırken yetmedi kumdan kalelerimin yerle yeksan
olduğu ve işte hicretimdi çağrınız hicvimdi yüreğimdeki ağrı ve baş koyduğum
kadar aşka, tek kişilik yaşadığım tekil hanemde ar bildiğim söz bildiğim sır
bildiğim ne varsa tevazu yüklü bir minvalde bir duygudan diğerine sektiğim…
Lafügüzaf.
İçimizdeki o ülke yok mu hele?
Aşkın mezara sözcüklerin sarmalında ise isyanın adımladığı adsız
rotalarda nice insan nice hoşça kal ve üstü örtülü duyguların ayyuka çıktığı.
Her veda binlerce edaya tekabül eden.
Her evre evrim yasasından sökün eden.
Gidenlerin ardından baka kaldığım da değil varsa yoksa bakaya
kaldığım şanlı bir asker vatan toprağına sevdalı ve canını hiçe sayan
kahramanların d/okunaklı el yazısında saklı iken çağrılar ve hoşça kallar
ülkesinde kala kaldığım bir başıma cereyanında sevginin cenk ettiğim celp
ettiğim sırra kadem basanların afaki bulutlara öykünüp da bir de esmez mi
başımda kavak yelleri?
Cüret etmek mi?
Yoksa iç sesin rüzgârı mı?
Cüssem neydi hem yine de seviyordum üstüme geçirdiğim cübbemle
ve de kalemimle nasıl ki görünmez kılıyordu beni evren ve ruhuma tuz bastığım
aslında yüreğimi bir türlü nadasa alamadığım kadar sevmediğimde yıkılan kalem
yaktığım kadar da ucunu kalemimin kale alınmadığımda ayrı estiğim her sus payı
söylemde kendimi yiyip bitirdiğim.
Ömrüm yetecek miydi sahi en çok en çok da kendimi sevmeye?
Ve kendimi bildiğim kadar bilip de bilmezden gelenlerin
yetmezmiş gibi aklına estiği gibi beni bildiklerini sananların hangi birine
yetişebilirdim ki ardından ve bir kaşık suda boğulduğum kadar o fırtına da hâsıl
oldu mu ve uçuşan eteklerim ve saçlarım ve gönlüm ve kırbacı yalnızlığın
şahlanan ruhuma bir tokat da kederin attığı ama mademki başım gözüm üstüneydi
kaderim…
‘’O an yönümü
duvarımda asılı edebiyatlara çevirdim. Bir baktım ki vakit vedayı gösteriyor.
İçimde hafif bir rüzgâr esmeye başladı. Gözlerimdeki perdeler aralandı.
Kaburgalarımın arasında sıkışan ruhuma hüzün doldu. Vedanın tadını hissettim.
Önlenemez bir çaresizlikle büyüyordu ve sözcükler…’’(Alıntı)
Tanımsız ve
tınısız.
Tabirsiz ve
tahammülsüz…
Elbet değildim
asla olmadığım gibi asla da benzemeyecektim başkalarına ve içimdeki yangın
sönmek ne kelime anbean büyüyecekti madem bense bin yaşında bir çocuk olmanın
verdiği şaşkınlıkla kıblemde de yanıp sönerken şimşekler saçan gözlerim ve
sözcüklerim ve işte asılı kaldığım duvar ve de kale iken Edebiyatın sancağı
elimde ve yazma aşkımı dahi mezarıma taşıyacakken bilsem de bilmesem de sonumun
ne olacağını ve işte ben kat izinde aşkın kat ettiğim yolun da en başında kilit
noktam iken hüzün ve de aşkın minvalinde:
Önce sevdim.
Sonra sustum.
Sonra yine
sevdim.
Kalemim ise
benim yerime konuştu ve siz, azizim…
Sahiden var
mıydınız yok mu?
Ya
gözlerinizdeki ilahi ışıltılar.
Belli ki: siz
de aşk da uyuya kaldığımda gördüğüm en ender rüyam idiniz ve ruh ikizim filan
asla değil ne de olsa farklı dünyaların müridi ve müdavimi idik ve sizin
sevdiğinizden de çok sevdim ben lakin siz beni değil anonim bir duyguya
banmıştınız hem yüreğinizi hem kalbinizi ve işte yolumuzun sadece bir kere
kesiştiği o dönemeçte arkama dahi bakmadan uzaklaştım siz arkamdan baksanız
bile biliyordum ki: ben aslında aşka ve gizeme ve hüzne âşıktım bir de özlemi
yüklendiğim kadar imkânsız olan her şey her duygu her insan beni çekim alanında
mevcut ve sabit kılıyordu.
Oysaki
değişmeyen tek şey değişim iken ve sabitlendiğimi sandığınız kadar sandığımda
saklı binlerce duygu ve sözcüğün sadece bir yansıması ve de yankısı idiniz her
ne kadar varlığınız sonsuz duyguya çağrışım yapsa bile bu çağdışı yalnızlığı ve
çaresiz duyguları soludum ben ve de yaşadığım kadar da soluyacaktım da üstelik
solacağımı bile bile çünkü tek lüksümdü: sevmek ve solmak ve yeniden
çiçeklenmek en azından mezar taşımdan da eksik olmayacak iken yediveren
güllerim…