Öfkeden adeta kudurmuştum. Bir hışımla gelip geçen, hışmı dağı delip geçen Kiziroğlu Mustafa Bey gibi daldım Tuğrul'un odasına. O kadar kızgındım ki ne söyleyeceğimi, söylediğimi de şaşırdım ve eski bir Yeşilçam repliği ile haykırdım:
-Kahpeee…Söyle bakayım o çocuğu kimden peydahladın?
Tuğrul Benim öfkeli hallerimi çok bilirdi ama bu sefer çok farklı bir öfke krizinde olduğumu görünce gözleri fal taşı gibi açıldı yavrucağın. Lakin öyle laf altında kalacak biri de değildir hani.
-Hayırdır baba? Sabah sabah nişadırı nereden buldun da bir yerlerine sürdün? Bu ne öfke?
-O çocuk neyin nesi bana onu anlat bakalım.
-Hangi çocuk?
-Bana yalan atma sakın. Alev, bir çocuktan bahsetti. Ben de dedesi oluyormuşum güya.
-Haaa o mu? Alev daha önce evlenip boşanmış. Eski eşinden bir çocuğu var.
-Hımmmm…Anladım…Of be yahu. Eeee sen şimdi kabul ediyor musun çocuklu bir bayanla evlenmeyi?
-Ya ne bileyim. Kararsızım. Düşünüyorum…Ben böyle bir sorumluluğu kaldırabilir miyim diye?
Anaaa…Ulan bizim iş yatacak.
-Lan oğlum ne var karar veremeyecek. Fıstık gibi kız. Ne varmış bir çocuğu varsa. Al gitsin bence. Biz zaten o çocuğun bakımını sana bırakmayız?
-Biz derken?
-Yav Alev’in annesiyle de ben evleneceğimm ya. Alırız çocuğu yanımıza biz bakarız olmazsa. Bana bu hatunu kaçırtma da ne halt edersen et.
-Valla oldu o zaman.
Öfke ile girdiğim odadan hamamda tellak kesesinden çıkmış gibi gayet yumuşamış bir şekilde çıktım ‘’ oh beee az daha benim iş bozuluyordu. Neyse işi hallettik. Şimdi Beykoz buluşması için gerekli hazırlıklara başlamalıyım’’
Bilgisayar başından Tuğrul’u kaldırmak mümkün değil. Ben ise yüreğim pır pır vaziyette. Evde duramadım. Sabah sabah mahalle kahvesinden içeri daldım.
Bu kahve milleti her halde kahvehanede yatıp kalkıyor olmalı ki sabahın saat onu gibi neredeyse dopdolu kahvehane. Kapısında her ne kadar ‘’Kıraathane ‘’ yazıyorsa da kıraat adına hiç bir şey yok. Millet yumulmuş kağıtlara ya da okey taşlarına. Pek tanıdık kimse de olmadığından mecburen yancılık yapıyorum. Lakin Kahvede de duramadım. Adamlar ‘’bey- koz’’ dedikçe yerimden fırlayıp durdum. ‘’Vay canına yahu her kes ne çabuk öğrenmiş benim Beykoz olayını. Nasıl da haber alırlar bilmem ki. ‘’
Kahveden çıkıp eve geldim. Veletlerin akşam yemeklerini hazırladım. ‘’Nah size köfte ile kızarmış patates, Kalkmazsın bilgisayar başından ha? Ye kapuskayı otur aşağı . Abine de kıydın inadın yüzünden ‘’
Yemek, bulaşık, ortalık toparlama derken ikindiyi bulduk. Bu arada da Tuğrul nihayet bilgisayarı boşalttı. Hemen ben konuşlandım tabii ki bilgisayar koltuğuna ve de Msn yi açar açmaz karşımda güzeller güzeli gelin adayım. Başladık konuşmaya.
-Ay babacığım biraz önce Tuğrul bana anlattı her şeyi. O kadar sevindim ki anlatamam… Vallahi de billahi de ay lav yu veri maç.
-Yav sen şimdi maçı muçu bırak da şu annenle sohbet edelim biraz.
-Hemen babacığım.
Az sonra Alev’in annesi karşımdaydı.
-Merhabalar efendim Ben Mualla.
-Bendeniz de Maarif Vekaletinden mütekait Tarih muallimi Sami Biberoğulları. ( Yani Milli Eğitim Bakanlığından emekli Tarih Öğretmeni demek istiyorum ama aristokrat bir görüntü verebilmek için Bülent Ersoy Taktiği uyguluyorum )
-Çok memnun oldum efendim. Nasılsınız? Sağlık sıhhat yerindedir inşallah?
-Bendeniz dahi çok memnun ve mütehassis oldum efendim. Sağlık sıhhat yönünden de ‘’Tanrımıza hamdolsun, Milletimiz var olsun, Afiyet olsun’’
-Ay çok hoşsunuz vallahi.
-Şeyyy…Kamera açsaydınız da mah cemaliniz ile müşerref olsaydım?
-Ay kameramız yok…Maalesef bazı kart zamparalar kamera açınca beni ve kızımı çok rencide ettikleri için kamerayı kaldırdık. Kullanmıyoruz.
-Ah hanımefendi ah…Bu millet ne çekiyorsa o kart zamparalar yüzünden çekiyor zaten. Oysa ne güzel demiş Yunus Emre ‘’ Ehli irfan arasında aradım kıldım talep /Her hüner makbul imiş İlle edep İlle edep’’
-Yaaa di mi ama efendim? Eeee söyleyin bakalım beni nasıl buldunuz?
-Valla hanımefendiciğim elimle koymuş gibi gibi buldum.
-Haa haa haaaa…Çok noktadan bir adammışsınız.
-Nüktedan efendim, nüktedan.
-Rahmetli ikinci kocam. Yani Alev’in babası da aynen sizin gibiydi. Gülmekten öldürürdü beni.
-Allah Nur içinde yatırsın… O becerememiş ama siz adamı rahmet-i rahmana yollamayı becermişsiniz maşallah. Bu arada sorayım. Şayet aramızda bir izdivaç söz konusu olursa ki olacak inşallah. Ben kaçıncı koca olacağım?
-Durun bir sayayım bakayım. Ali, ,Durali, Veli, Üç de ondan evveli, Recep, Şaban , Ramazan, Bir de Rahmetli Hasan…Hepsi kaç etti?
Ben şoka girmiş vaziyette sayarken yazdı yine…
-Haa haa haaa…Korkmayın canım, korkmayın. Siz üçüncü olacaksınız nasipse.
-Oh beee…Baya korkmuştum İsa, Musa da var mı diye...Eeee Pazar günü buluşuyoruz değil mi?
-Tabii ki…Alev söyledi bana. Pazar günü saat ikide Beykoz’da.
-Birbirimizi tanıyabilecek miyiz peki?
-Kolayı var. Ben lila bir elbise giyerim…Zaten tanınmayacak kadın mıyım ben? Hemen tanırsınız. Siz de spor bir şeyler giyin. Ne de olsa koruya gideceğiz.
-Beykoz benim çok sevdiğim bir yerdir.
-Ben de çok severim.
-Boruyu da sever misiniz?
-Anlamadım ne?
-Ah çok pardon, yazım hatası yapmışım. Koruyu da sever misiniz?
-Ayol sevilmez mi hiç. Bayılırım. Neyse…Ben kalkıyorum. Dışarıda işlerim var. Pazar günü buluşuruz inşallah.
-Şerefyâb oldum efendim. İnşallah görüşeceğiz Pazar günü.
İşte bu görüşmeden sonra ben tamamen ‘’İkinci bahar yaşıyor ömrüm /Gel benim yarim oluver şimdi’’ moduna girdim. Pazar günü sabahına kadar evde hep bu şarkı dinlendi. Çocukar beni evi terketmekle tehdit ettilerse de ben şarkımdan asla vazgeçmedim.
Cumartesi günü kuaföre giderek saçları yukarı doğru toplattırdım. Garibim kuaför, benim elbise fırçasından da sert saçları genç işi ağaç kakan kuşu gibi tepede toparlayıncaya kadar anasından emdiği süt burnundan geldi. Daha da genç görünmek için bıyıkları da kestirdim. Havalı olayım diye bir de siyah güneş gözlüğü satın aldım kendime.
Pazar günü de spor elbiselerimi yani lacivert takım , beyaz gömlek ve pembe kravatıımı taktım ve aynanın karşısına geçtim. Ben deyim filinta, siz deyin beşli mavzer. Bu cazibeyle değil Mualla , Pamela Anderson’u bile mum gibi eritirdim karşımda.
Pazar günü Kadıköyden bir belediye otobüsüne atlayarak Beykoz’a geldim. On Çeşmelerin merdivenlerinden çıkıp çocukluk mekenım olan koruya doğru giden caddeye girmemle birlikte üzerinde lila takım olan olan bir bayan gördüm. Acaba Mualla olabilir miydi? İyice yaklaşınca baktım ki ben bu endamı, boyu posu bir yerlerden tanıyorum. Evet evet ben bu hatunu tanıyorum ama nereden…Yok yok internetten filan değil…Başka bir yerden tanıyorum…Tabiii yaaa Nuray bu?...Mezzo Soprano Nuray…
Nuray da kim mi? Eh o da yarına kalsın artık.
FOTOĞRAF: Beykoz Korusu Tesisleri