
“Dünya dediğimiz rüyalar âlemi, bir uykuda gezerin şaşkınlığı
içinde kapısından giriverdiğimiz bir evse eğer, edebiyatlar da, alışmak
istediğimiz bu evin odalarına asılmış duvar saatlerine benzerler,” diyor, Orhan
Pamuk Kara Kitap adlı eserinde. Bende o şaşkın uykuda gezerlerden biri olduğumu
fark ettim. O an yönümü duvarımda asılı edebiyatlara çevirdim. Bir baktım ki
vakit vedayı gösteriyor. İçimde hafif bir rüzgâr esmeye başladı. Gözlerimdeki
perdeler aralandı. Kaburgalarımın arasında sıkışan ruhuma hüzün doldu. Vedanın
tadını hissettim. Önlenemez bir çaresizlikle büyüyordu ve sözcükler… ‘’(Alıntı)
Bir kentin ışıklarında saklıyım aslında karanlığın sergüzeşt
v/edasında bir kımıltı misali belki de o ölü tespih böceği kaç bin tespih
tanesine b/ölünmüşse artık ve atıl sevgilerin da çoktan miadının dolduğu bir
coğrafya misali, kıtalar aştığım kentler gezdiğim yol yordam bilip de yarı
yolda bırakılmışlığım kadar da buruk iken içim içimi hoş delicesine bir muradı
dillendirdiğim.
Nakkaşıyım rüzgârın aslında rüzgârın ta kendisi.
Isısı düşmüş o ölü beden misali.
İsyan sonrası bir af, sözcüklerde saf tutan bir sarraf ve
işte ikbalini önceden kestiremeyen yaralı beyitlerin gizeminde tek yürek tek
nefes, yanan İlahi Ateşin parlayan çehresinde sır dolu sonsuz kıvılcımla hemhal
ve işte umudun tarhında sevginin tarlasında deryalara tekabül eden bir derviş
misali içine sığındığım tek kişilik tekkem ve de öncesinde bir ömrü geçirdiğim
dibi delik teknem…
Hem özgürüm hem de özgün…
İkbalinde saklı dün ihsan yüklü gönlün tükenmediği kadar da
sevginin külünden yeniden doğabilmenin mizacı ve mihrabı ile adımladığım ömür…
Nerede değilsen orada mutlu olacakmışsın hissi; Zaman-mekân
mefhumundan çok daha fazlası.
Hiçbir gölgeye sahip olamamak ve hiçbir gönlün gölgesine
sığınamamak…
‘’Hiçbir yere ait olamamak, yine zaman ve mekân şikâyetinden azade bir
mağlubiyetin teselli cümlesidir. Ve bir sıkışmışlık, bir boğulma hissi.
Bu tükenmişlikte yeni insanlar tanımak şöyle dursun, tanıdıklarını da
unutmuştur.
İnsanın en ağır yükü yine kendi oluyor bu yolda. Gariptir çoğu
kimse kendine verdiği zararın sadece fiziksel müdahale ile olabileceğine
inanıyor. İnsan, kendine verdiği ruhsal acının derinliğini görebilseydi… Nereye
ait olduğunu bilir miydi ya da nereye ait olmadığını…’’(Alıntı)
Önce karanlıktı içime çektiğim ve çekinesi
değilken mevcudiyetim karıştırdığım ruhun karmaşık ve kilitli tüm çekmeceleri.
Renkler ve de akabinde karanlığı deldiğim
kadar mahcubiyetin gizeminde saklı bir sırrı ve işte unutulmuş silik bir yazı,
düşlerin gerçeklerle muhaberesinde saf tutan af ettiğim kadar tüm insanlığı ve
işte soyağacım ve işte solumda nükseden o devrik ve devingen sızı.
Naif.
Nazik ve de…
En nazlısından bir buket güle burun kıvıran
hangi dikense izimden gizime ifşa ettiğim renklerden gök kubbeye yüreğimle
serptiğim kâh bir kıvılcım kâh bir kıvanca meylettiğim…
Günsüz bir gecede asılı:
Gecenin de ansızın verilmişken fetvası.
Hızına yetişemediğim döngünün tek rüyası…
Hazzın eşiği değil bilhassa haiz olduklarımla
eşleşen yetinme duygusu ve mermer mezar başlığıma da nüksedecekken iken o tek
cümlelik yazı:
Ben miydim cihana fazla yoksa cihan mıydı
yüreğimden taşan isyanın deminde af dilediğim Rabbin nezdinde pimimi çekip de
prim vermeden ölüme ölümsüzlük iken şiarım ve işte pekişen acım dinmez nazım
niyazım…
Temkinle yaşadığım.
Tevazu yüklü tek mirasım gönlümden taşana biat
gönülsüz bir hayata inat tüm gönlümü verdiğim Sonsuzluğun Mızrabı elbet Rabbim
tek sırdaşım ve o tek kırık dalda büyüyen bir sevda masalı misali coşkun
goncaların raksında tutuklu dilimin nakşında ve her ölü şiir asılı iken
na’şıma…
Hiçbir hissi tam manasıyla hissedememek.
Bu hiçbir yere, hiçbir şeye ait olamama hissi, belki de hissedilenin en
samimisi.
Ve belki de bu hiçlik; ait olunan tek yurt.