BENİM DE TAVIM ÇEÇİYO
“Çalış babam çalış, önü yoook sonu
yok, aşam olunca seni garşılıyacak bir avradın bile yok, daha ne gadar evlenmeyi
bekliyecaasen oğlum” diye kara kara düşünürken bir yandan da elindeki beli
öfkeyle toprağa sallıyor, bu vesileyle sanırsın hıncını ondan alıyordu.
Dirgen Hüseyin babasının üç
oğlunun en küçüğü idi, büyük ağabeyi Mustafa tertipleriyle gittiği askerden bir
daha geriye gelmemiş, özlemle bekleyenlerin geçen yıllar içerisinde ellerini
boşa çıkarmış, ağıtlar feryatlar fayda etmemiş, herkes bağrına taş basarak
ister istemez işin olurunu zamanın akışına bırakmak zorunda kalmıştı.
Mustafa’nın küçüğü Yılmaz çok zeki bir çocuktu, ondaki okuma isteğini fark eden
Ankara’da yaşayan çocuğu olmayan akrabalarından birisi ailenin rızası olmasa da
onu evlat edinmişti. Yılmaz okuyup öğretmen olduktan sonra önceleri ara sıra
gelip gittiği köyüne evlenince bir daha uğramaz olmuştu. Bu yüzden işler yetişip
gelişen babasının tek evladı Hüseyin’e kalmış, harmanda çalışırken eli iyi
dirgen kavradığından dolayı da adına ’Dirgen’ lakabı eklenmişti.
Hüseyin fakir bir aileni uzun
boylu, kara yağız, kimsenin aşında işinde olmayan, neşeli, dertleri varsa da
kimseye belli etmeyen, arkadaşları tarafından sevilip sayılan,
“osuz
eğlencenin tadı olmaz” diye acil işi olsa dahi zorla kolundan tutulup getirilen
bir gençti. Köy yerde geçim kaynağının adı amelelik, çiftçi durma, çobanlık
yapma gibi bilek gücüne dayanan işlerdi. Kendisinden büyüklü küçüklü güzel kız
kardeşleri ardı ardına gelin olmuşlardı, köyde kız için başlık alınır başlık
parası verilmezdi. Hüseyin “başlık parası biriktireceğim” diye geçen yılların
farkındaydı ama elinden bir şey gelmiyordu. Evlenen arkadaşlarının düğününde
eğlenip hoşça vakit geçirse de evlenenler mesuliyet altına girdiklerinden “hadi”
denilince gelemiyor bu yüzden çevresi de yavaş yavaş boşalıyordu.
Aslında evlenememek sadece Dirgen
Hüseyin’e dert değildi, babası Uygun İsmail ve anası Zöhre kadın akşamları el
ayak çekildikten sonra kendi aralarında yıllardır bir türlü everemedikleri
oğulları için çare üstüne çare arıyorlar karşılarına hep yoksulluları
çıkıyordu. Köyde hangi kapıyı bin bir ümitle çalsalar elleri hep boşa çıkıyor ister
istemez kör pişman evlerine dönüyorlardı. Kız vermeyenler sanki çok zengindi de
güllük gülistanlık içinde yaşıyorlardı. Hatta bir keresinde dünür oldukları uzaktan
akrabalarından birisi durduk yerde “Alemin ahırından bir sürü inek çıkar sizin
ahırdan da inek yerine üç dört eşşek çıkar, bizim gızımız onların bokunu döküp
südünü mü sağacak, hadi başga gapıya” demez mi? Gel gör ki ana baba “morali
bozulmasın” diye oğullarına olanı biteni söylemiyorlardı.
Akşam olunca babası yerine göre ne
iş yapılacağına dair oğluna yumuşlar buyururdu. “Üssüğünüm, guzuum bak bahar
geldi, güneş yüzünü gösderdi, tavını
geçirmeden şu iki garık baaçayı bellesen de anan bişiyler ekse” Hüseyin
içinden kahır dizse de bunu babasına hiç belli etmez “olur aga filanın az bi işi
galdı orayı bitiriyim o iş temam”. Tarla sürüleceği, bostan yeri bellenip
ekileceği, bağ budanıp belleneceği, akmaması için dama toprak getirileceği,
tarlaya tohum ekileceği, bağ bostan bozumu, ekinlerin işlenmesi, harman yerine
getirilmesi, unluk bulgurluk hazırlanması gibi işlerde babasının hep aynı “tavını geçirmeden” sözü olurdu.
İşlenen ekinler bin bir zahmetle
tarlalardan eşeklerin çektiği kağnıyla harman yerine getirilip ortaya dökülmüş
tarlalarda adeta çöp bırakılmamıştı. O yıl havalar erken soğumaya başlamış, İsmail
gibi çalışacak horantası az olanlar işin gecikmesiyle harman ortada kışa kalır
telaşına düşmüşlerdi. Düvenlerin dişleri önceden elden geçirip eksiğini
tamamlayan Hüseyin yığını bir arkadaşının yardımıyla dirgenlerle düvenle sürülecek
kadar aceleyle yere serdiler.
Oğlunun çalışmasını gıpta ile
seyreden Uygun İsmail’in yaşlılığında dolayı eli iş tutamasa da aklı her şeye
eriyor “Allah vere de tınasa çil düşürmeden savurup eve atabilsek de şu oğlanı
everebilsem” diye içinden dualar ediyordu. İş yorgunluğunu bir sigara içimi
dinlenmeyle geçiştirmeye çalışan oğluna içinden bir nebze öfkelenen İsmail
“Hüseyin’im yavrum daha ne aleniyon, eşşekleri goşup düveni sürmüye başlasan,
düvenin tavını geçirme, haydi acele itsane oğlum”. Yıllardır babasının “tavını geçirmeden oğlum” sözünden ne kadar kına getirse de bunu ona
asla belli etmemiş, derdini hep içine atmıştı. İlk defa öfkesini dışına vurarak
“Aga aga;Düvenin tavı geşdi de benim
tavım geşmedi mi sanıyon”. Babası oğlundan beklemediği bu sözün üzüntüsüyle oradan ayrılırken
akşam hangi kız evine dünür gideceğinin hesabını yapıyordu.
ERDOĞAN
ÇALIŞKAN 03 12 2024 KIRŞEHİR, GERÇEK YAŞANMIŞLIKLARDAN