“Küçük bir çocukken içim çok sıcaktı.” der bir şarkı. Ve devam eder “Allah yukarıda ve toprak da sıcaktı.” Ne kadar da yaşamı özetliyor değil mi? Doğduğumuz anı hatırlayamadığımız ama her şeyin başlangıcının o çocukluğumuz olduğu gerçeğiyle yüzleşiyor insan. Ve o çocukluk ki bir mıh gibi hafızamıza, hatıramalarımıza kazınışı aynı bir toprak gibi taze tutma çabamızla bütünleşiyor.
Yaşamın her alanında o derin hissi hissederiz; “otuzuma geldim ama içimdeki çocuğu öldürmedim.” Sonra o derin his, yaş aldıkça deli his olarak kalır. Çünkü hayata alışmak demek birkaç eksik parçayı birkaç eski parçayla tamamlamak demektir. İnsan bütün olmak ister, bir olmayı arzular. Yine insan anılarını unutamaz kimi zaman. Ve unutabildiği yerlere ait hisseder kendini. Ya kapılır, ya aşık olur; her halükarda bilinçli düşünemez. Bu da ilk çocuktan gelen bir his değil de nedir peki?
Dediğim gibi. İlk his çocukluktur, çocukluktan kalmadır, çocukçadır. Aslında bu kelimeler aynı anlamı taşımaz, aynı yere çıkmaz. Çocukluk güzel hatırlanır, çocukluktan kalma alışkanlıktır, çocukça ise şımarıklıktır. Yetişkin dünyası çocukluğa hem gözü gibi bakar hem de gözünü çıkartmakla uğraşır. “Ne alıp veremediğiz var ki?” diyesim gelir içimden. Sonra bu yanılgılara benim de düştüğüm gözlerimin önüne seriliverir. Çünkü bir zamanlar ben de çocuktum. Saftım ve doğruydum. Ruhumun en derinlerinde o büyümek sanılan riyakar illetten sıyrılıp hala o çocukluğu yaşatmaya çalışıyorum. Kötü anılarımın geçtiği o çocukluk günlerindeki her şeye rağmen, kötü anılar yaşatan o çocukluk anlarımdaki herkese rağmen ben; ilk hatıralarıma sarılmayı savunuyorum.
Büyükçe bir atılım demek illa büyümek demek değilmiş. O çocuklukla bu yaşlarla barışık kalabilmek koca bir devrimmiş.
Şimdi kaç yaşında olursan ol kaç yaşında hissedersen hisset aslında ikisinin de toplamısın. Toplum sana bir şeyler dayatırken senin dayanağın içindekiyle dışındakinin kaçınılmaz, uyumlu ve “derinden” olan bereketli has toprağısın.
Tuğsel Karakırık