
Müsait değildim hani öncesinde zinhar
da yalandı terk ettiğim ne ki terk edilmekle ilintili bir arayışın değil var
oluşun tekil hanesi:
İçliğimdi hem sevgi ve içilesi her
yudum.
Dışlandığımdı sevgi muteber olana
vakıf kadir olana sadık kelamın yitiminde gözlerimin devreye girdiği ve her
devre arasında kendi kaleme attığım gol…
Hem de cübbemdi üstümden dökülen
alabildiğine yumuşak ve kaygan nasıl da bol gelen üstüme bol keseden kumaşın
bol keseden sevdiğim kadar dökülen na’şımdan ölümle dans etmenin ertesi ölümcül
güdülerin sahne arkası seansında aslında mutluluğun sahnede değil sahne
arkasında yaşandığı belki ölümün de.
İfası kolay ya da zor:
Ya, ifşası?
Ve işte günün manşeti:
Neydi bunca hüznün dinmez vardiyası
ve telaşı?
Sözcükler yük trenim.
Yataklı vagonda uyuya kalmış imgeler.
Zuhur eden kara lokomotif.
Kalender trenin kulakları yırtan
düdüğünde asılı bir futbol hakemi gibi sahi kaçın kaçıydı yaşam sahi neyin
ederi idi geçmek bilmeyen zaman?
Zirzop gülüşler kayıplar gibi yüreği
yakan.
Sergüzeşt vedalar aşkın asası belki
de saplanası en derine.
Sürgün edildiğim coğrafyalar ve
meskenim belirsiz mekânım sessiz mecram sonsuz en çok da zaman aşımına uğramış
iken gençliğim ve çalınan hayallerim.
Zümresi şaşkın dizelerin.
Sulhu şeşi beş kalemin…
Ah, azizim nasıl da bir nimetti
kalemden yağan karın kıtalar aştığı kalemin her mürekkep lekesini ziynet bilip
üstüme taktığım ve de gülüşlerin değil çığlıkların yaşların örüntüsünde bir
görüntü olsa ne ki şiir ya da sefil beden ruhun komplimanları ile ayakta kalan
yüreğin ferinden de sökün eden bir İlahi Işık ki: aşkın kıvancı ve İlahi Ateşin
rövanşı değildi elbet izafi sevgilerden basmakalıp dünyalar inşa eden iblisin
sonlanmaz nefreti ve telaşı…
Zikrediyordum fikrimi.
Cenk ediyordum nice siperde.
Alt ediyordum mademki nefsimi.
Ve zuhur eden her iç çekiş ve
zulmeden her münafık ve işte yüreğin kayrasında akan su gibi çağlayan şelale
misali mentollü bir iç çekişin daha cüret ettiği baskın gelen dış sesin
sonlanmaz batılında aşkın hükmettiği…
Bizim muhite geldik, azizim yeter ki
azat edilesi bir bedenden olabildiğince ayrı düşeyim hem düşeceğim kadar düştüm
ben hayatın tuzağına ki zamanlardan dün iken tozu dumana kattığım ve şimdi
sihirli bir nota misali peşine düşmüşken sol anahtarının:
Hani…
Hani, azizim her kapıyı açan beyhude
sevdaların mirasçısı nasıl ki solumda yüklü acı da zafer de sevgi de ve kader…
Sağ kaldığım sürece arkasındayım iç
sesimin.
Sedası hoş seması umut bildiğim yalan
cihanın şu sefil benliğimle nasıl ki müridiyim sevginin, vefanın.
Renkler saklı içimde telaffuzu
olmayan hazan mahsulü ne çok duygu.
Ulaşamadığım o rakım ise bak nasıl da
göz kırpmakta bana uzaktan uzağa bakıştığımız değil hem: hem yasın hem yaşın
müdavimi ve işte bir yasa mahiyetinde sonlandıramadığım bu öfkeli köpük dolu
denizi ben nasıl kat ederim haizi olduğum tek damlanın damgasını vurduğum kadar
yaralarımın neye mahal verse de sıra dışılığım ve işte efkârın bir bulut gibi
üstüme çöktüğü.
Azımsanmak mı?
Azat edilemediğim mi?
Azık bildiğim iken rest çektiğim…
Renk vermeyen iblisin şerri mi?
Ve hükümranlığında Rabbin tüm
canlıların şerrinden yine sığındığım iken yüce Huda.
Göç mevsimine denk düşen bir kafile
belki de içimde saklı olan hani yıldızların göz kırptığı hani yerkürenin dibine
soktuğu belki de tek davam iken aynı kalmak aymazlığında yalnızlığın çöken kara
bir bulut misali içini karıştırdığım belleğim elimden kayıp giden iken tek
ziynetim ve ifa edebildiğimden de öte inkârı ne mümkün lebideryası hüznün hasat
öncesi ruhumdaki tarlaya küstüğüm ve tüm küskünlüğüm cihana neye mahal verse de
rotamı saklı tuttuğum.
Delişmen bir rüzgâra esir düştüm.
İmkânsız bir mahalde içime ters
estim.
Hüzün kafilesi ve bol keseden
duyumsayan yüreğin ilk ve son hanesi ve de hecesi yalnızlığın sevgiden ibaret
bildiğim hayatın da gerçek yüzünü geç gördüğüm.
Ne mevsim yeter ne mecalim.
Ne mealimdir yaşam ne de mahremim.
Mabedim ve matemim, açık ara farkla
kendimi kendime tek geçtiğim.