Bazen insanın içinde büyüyen bir ağırlık olur, kelimelere dökülemeyen, boğazda düğümlenen… Haykırmak istersin ama sesin yankılanmaz. Baktığın her yerde aynı kayıtsızlık, aynı umursamazlık…
Her şeyin hızla tüketildiği bir dünyada yaşıyoruz. Duygular, dostluklar, değerler… Hepsi birer meta haline geldi. Birilerine samimi bir şeyler söylediğinde, sanki kaybolan bir dilin son konuşanıymışsın gibi garipseniyorsun. İnsan ilişkileri yüzeyselleşti, dostluklar menfaat terazisinde ölçülür oldu. Kimse gerçekten dinlemiyor, anlamıyor, çünkü herkes sadece kendi sırasını bekliyor.
Hayatın her alanında bir yorgunluk hâkim. Çalışan emeğinin karşılığını alamıyor, gençler hayallerini "gerçekçi ol" baskısıyla terk ediyor, yaşlılar yalnızlığa mahkûm ediliyor. Öyle bir sistem kurmuşlar ki, ne kadar uğraşırsan uğraş, döngüyü kıramıyorsun. Eğitim desen, yarıştan ibaret; sağlık desen, parası olan yaşıyor. Adalet desen, güçlü olan haklı çıkıyor. Ne ara bu hale geldik?
Ve belki de en acısı: Kimse umursamıyor. İnsanlar bunca dengesizliğe, haksızlığa, adaletsizliğe öylesine alışmış ki… Ne kadar bağırırsan bağır, sesin beton duvarlara çarpıp geri dönüyor. Sosyal medya bile bir yanılsama. Şikâyet ediyorsun ama unutulma hızın bir sonraki gündem maddesine bağlı.
İçimizde biriken bu serzeniş nereye gidecek? Belki de bir gün gerçekten birbirimizi duymayı öğreniriz. Belki bir gün sırf sesimiz çıkmasın diye üzerimize örtülen bu sessizlik örtüsünü kaldırabiliriz. Ama o güne kadar, içimize attıklarımızla yaşamaya devam edeceğiz…
Sesimizi kim duyacak, bilmiyorum. Ama en azından bir yerlerde hâlâ içindeki ateşi söndürmeyenler varsa, yalnız olmadığımızı bilmek bile bir teselli.