Aşk, tarih boyunca insanları büyüleyen, onlara umut veren ve bazen de hayal kırıklığına uğratan bir duygudur. Ancak, modern dünyada aşk, çoğunlukla romantik klişelerle sınırlanmış ve genellikle idealize edilmiştir. Sinemalar, diziler, edebiyat… Aşk, hep mükemmel bir ilişki, birbirini tamamlayan iki insanın masalsı bir bağ kurduğu bir hikaye olarak sunulmuştur. Gerçek aşkın karmaşıklığı ve zorlukları ise çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Romantizm, aşka dair duygusal bir tatmin arayışı sunarken, aslında bu duyguyu daha yüzeysel, daha kısa süreli ve daha beklentilerle dolu bir hale getirmiştir.
Bugün aşk, daha çok “eksiklik” ve “tamamlama” üzerine kuruludur. Romantik aşk, sanki iki kişinin bir araya gelerek birbirinin eksikliklerini gidermesi gereken bir durum gibi sunulur. Bu düşünce, insanların kendilerini yalnızca bir başkasıyla tamamlanabilen varlıklar olarak görmelerine yol açar. Oysa gerçek aşk, iki bireyin karşılıklı olarak birbirini keşfetmesi, birbirini anlaması ve büyütmesiyle gelişen bir bağdır. Bu bağ, her zaman mükemmel bir uyumdan ya da mükemmel bir tamamlanmışlıktan bahsetmez. Aşk, farklılıkları kabul etmek, birbirini olduğu gibi sevmek ve zaman içinde birlikte büyümekle ilgilidir.
Sosyal medyanın yükselmesiyle birlikte aşk, giderek bir tür "gösteri"ye dönüştü. Çiftler, ilişkilerini başkalarına nasıl gösterdikleriyle tanımlanmaya başladı. Her paylaşım, her fotoğraf, her etiket, bir aşkın "başarılı" ya da "ideal" olduğunu kanıtlama çabası haline geldi. İnsanlar, ilişkilerindeki özel anları başkalarına sunarken, duygusal anlamda yaşadıkları gerçekliği göz ardı edebiliyorlar. Aşk, başkalarının gözündeki "mükemmel ilişki" modeline uyma çabasına dönüşüyor. Ancak aşk, dışarıya gösterilen bir şey değil, iki insanın içsel olarak birbirine bağlandığı bir deneyim olmalıdır. Gerçek aşk, insanlar arasındaki samimiyet, güven ve paylaşım ile şekillenir.
Aşkın toplumsal normlarla sınırlanması da ayrı bir sorundur. Toplum, genellikle aşkı evlilik, çocuk sahibi olma ve heteronormatif ilişkiler üzerinden tanımlar. Bu dayatmalar, aşkı bir kalıba sokar ve bireylerin özgürce aşka dair hislerini keşfetmelerini engeller. Oysa aşk, sadece toplumsal normlarla sınırlanamayacak kadar geniş bir duygu yelpazesine sahiptir. Her birey, kendi duygusal yolculuğunda farklı bir aşk deneyimi yaşar ve bu deneyimin anlamı, başkalarının ne düşündüğünden bağımsız olmalıdır.
Sonuç olarak, aşk, sadece romantik klişelerle ya da toplumsal normlarla sınırlı bir duygu değildir. Aşk, bir yolculuktur; bazen zorlu, bazen tatmin edici, bazen ise derinleşen bir bağlanmadır. Gerçek aşk, başkalarına kanıtlanmaya çalışılan bir gösteri ya da mükemmel bir ilişki olma zorunluluğu değil, iki bireyin birbirini olduğu gibi kabul ettiği, anın içinde yaşadığı bir deneyimdir. Aşkın büyüsü, onu idealize etmekte değil, onun içinde kendimizi ve başkalarını keşfetmekte yatar.