Hikâyenin özeti:

Mehmet çok yoğundur, iki arkadaşının işini de yapmaktadır. Öğle paydosunda biraz dinlenebilmek için kaylûle yapmak ister.

 

Kaylûlede ilk önce tozpembe bir rüyaya dalar. Gökte aradığı bir güzel karşısında durmakta, onunla konuşmakta ve gülümsemektedir. Hatta Mehmete çok beğendiğini bile söyler. Mehmet, yıldırım aşkına tutulmuştur. Ancak ufacık bir sorun vardır: Çarpıldığı prenses yıllar önce ölmüş biridir…

 

Mehmet’in kara sevdası, çok acı bir kâbusa dönüşmüştür...


----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kabus
 
Mehmet usta başını yavaş yavaş masadan kaldırdı, sayıklıyordu:
 
-Prensesim, prensesim, prensesiiim nerdesin?
 
Derin bir nefes aldı. Bağrında müthiş bir ağrı vardı, sanki bağrında koca bir ordunun en ağır vasıtaları teker teker geçmişti. Bağrında sanki kırılmadık kemik kalmamıştı. Üstelik ciğeri yanmış, kömür olmuş kebap gibiydi. Tekrar birkaç kez prensesi sayıkladı.
 
-Sahi ben neredeyim, prensesim nerede?
 
Çevresine bakındı. Gül lokantasının mutfağındaydı, ızgara bölümündeydi. Yani kendi mutfağındaydı.
 
-Mutfak neden karanlık, hem neden kimse yok?
 
Masada uyuyakalmıştı ve kimse kendisini uyandırmamıştı. Mutfak masasında uyuyakaldığını hatırlamaya çalıştı ama nafile. Burada aylardır çalışıyordu ama hiç karanlıkta kalmamıştı. Genelde öğle vaktine doğru işe gelir, akşamları ise ışıklar açık olurdu. Ama şimdi eşyaları zor görebiliyordu.
 
Karanlıktan korkardı, ürperirdi. Karanlık bazen tüylerini diken diken ederdi... Hele bir de karanlıkta tek başına kalmışsa... Az işiten kulağı envai çeşit hışırtı, gıcırtı duyardı. Sanki birilerinin merdivenden inip çıktığını hissederdi. Evde tek başına kaldığı zaman o kadar gerilirdi ki geceleri zor uyurdu. Uyusa bile çoğu zaman kâbus görüp uyanırdı. Evde tek başına kaldığı geceler, onun için ıstıraptı, işkenceydi.
 
– Düşüp ölsem demek kimse beni yerimden kaldırmayacakmış, vay be! En azından kalfanın beni uyandırmasını beklerdim. Demek insanlık ölmüş de ağlayanı kalmamış!
 
Çok geçmeden, ağlayarak uyumuş gibi bir hâlinin farkına vardı. İçini derin derin çekip duruyordu. İliklerine kadar hüzün sancısı vardı. Birkaç yıl önce trafik kazasında ailesinden birkaç kişiyi kaybetmişti. O zaman bile bu kadar hüzünlenmemişti. Ne kadar kötü bir hâlde olduğunu düşündü; neye üzüldüğünü, kime hüzünlendiğini bile bilmiyordu.
 
Mutfak, karanlık olduğu yetmezmiş gibi, buzhaneye dönmüştü. Evvela ışığı açıp etrafı görmek istedi.
 
Priz kapının yanındaydı, kapıya doğru yavaş yavaş yürüyebildi. Başı hafif dönüyordu, ayrıca diz kapaklarında farklı bir ağrı vardı. Duvardaki prizi aradı ama bulamadı. Her zamanki yerinde değildi.
 
– Gözler zayıflamış, prizi bulamıyorum!
 
Prizi bulmak için duvara dikkatlice baktı. Mutfakta bir fark vardı... Sonunda farkı gördü. Duvardaki fayanslarda gül motifi yerine başka bir motif vardı.
 
Heyecanı tavan yaptı, kalbi galeyana geldi. Göğsünden fırlayacak gibi atmaya başladı.
 
-Prensesiiiiiiiim!
 
Fayanslardaki bütün motiflerde prenses vardı. Teker teker bakmaya başladı. Baktıkça tüyleri ürperiyordu. Her fayansda prensesin başka bir resmi vardı:
 
Kiminde tatlı tatlı gülümsüyordu
 
Kiminde göz atıyordu
 
Kiminde öpücük atıyordu
 
Kiminde gözü kapalıydı...
 
Daha fazla dayanamadı çığlık attı. Yardım isteyecekti ama sesi çıkmıyordu.
Hızla kapıya doğru koştu, kapı kilitliydi.
 
Bacakları titreye titreye yürüyerek masaya gitti. Ceketi masanın dibindeydi, hemen giyip oturdu. Sağa sola bakmaya cesaret edemedi. Her gün zevkle, keyifle çalıştığı mutfak gitmiş, yerine korku filmlerindeki bir mekân gelmişti. Korku filmlerinden nefret ederdi; bir defa bakmış, neredeyse ödü kopmuştu. Şimdi gördüğü, yaşadığı bir film değil, gerçekti.
 
Buradan kaçıp gitmek ve bir daha geri gelmemek istiyordu ama kapı kilitliydi. Gözünü kapatıp kendini toparlamaya çalıştı. Haline ve az önce yaşadıklarına anlam vermeye uğraşıyordu ama başındaki uğultu, ağrıdan ve sızıdan neyi nasıl düşüneceğini bilemiyordu. Sahi, az önce ne olmuştu? Yaşadıklarını gözünün önünde canlandırmaya çalıştı:
 
Terasdaki özel masadan çağrılmıştı, müşterilerinden biri kendisine iltifatta bulunacaktı.
 
Masaya gitti ama adamlar tınmadı bile. Sinirinden şeker ve tansiyon tavan yaptı.
 
Rıza yine şaka yapmıştı, hesap sormaya için garson locasına yöneldi.
 
Yolda az kalsın bir bayana çarpacaktı.
 
Bu bayan belgeselde izlediği, her şeyine hayran kaldığı bir prensesti.
 
Bu bayan yıllar önce hayatını kaybetmiş bir prensesti.
 
Peki, bu prenses aniden nereden geldi?
 
Yerden mantar gibi mi çıktı?
 
Tavandan mı sarktı?
 
Karşıdan geliyor olsaydı mutlaka görmeliydi.
 
Neticede ölmüş bir bayan ama...
 
Kendisiyle uzun uzun konuştu, "Seni sevdim, canım, şekerim" filan dedi.
 
Ölmüş birinin konuştuğunu, güldüğünü açık ve net duydu. Sahi, neler anlatmıştı, neler anlatmamıştı ki?
 
-Damak tadım çok gelişmiştir benim.
 
-Aşkla, şevkle, keyifle yapılan yemeği hemen fark ederim.
 
-Yediğim Adana kebabından senin çok farklı usta olduğunu sezdim.
 
-Mehmet usta, şimdiye kadar karşılaştığım en doğru, dürüst, güçlü, kuvvetli, yakışıklı ve cazibeli birisin!
 
-Benimle gel, evlenelim. Ömrümüzün kalan kısmında uzaklarda mutlu olalım.
 
-Ben bıktım prenses gibi yaşamaya, sade bir hayatta senin eşin olmak istiyorum.
 
-Hemen hazırlan, bir an önce düğün hazırlıklarına başlayalım.
 
Mehmet usta, az önce aklından geçenleri değerlendirmeye çalıştı. Prensesse olsa, kendisi gibi birine çarpması olmayacak bir şey değildi. Yeşilçam’daki filmlerde bu tür sahneleri görünce güler geçerdi ama şimdi kendi başına gelmişti.
Bir şeyi hâlâ anlamıyordu, ölmüş biri kendisine sevdalanmıştı. Ölmüş birisi nasıl olur da Mehmet Usta'ya sevdalanabilirdi? Daha beteri, kendisi de sımsıkı ölmüş birine vurulmuştu... Prensese olan kara sevdayı kılcal damarlarında bile hissediyordu."
Ölmüş birinin sarı saçlarıyla, mavi gözleri hâlâ karşısında, kendisini tir tir titretiyordu.
 
Ölmüş biri için bağrında alevi görülmeyen, dumanı tutmayan bir ateş yanıyordu.
 
Ölmüş biri tarafından mıknatıs gibi çekiliyordu.
 
Ölmüş birinin sesi kafasında yankılanıyordu.
 
Ölmüş biri, özel güvenlikçisini gönderip kendisiyle uzaklara gitmek istemişti.
 
Ya şimdi biri gelip: “Hadi usta, benimle gel!” dese ne yapacaktı?
 
Biraz düşündü, kendine sordu: “Gider miyim?”
 
Kendisinin kendisine verdiği cevap tüylerini ürpertti: “Giderim!”
 
Aklı allak bullak olmuştu, ölmüş birinin peşine takılıp gidecekti!
 
Prensesin canlı olup olmadığını anlamak için dokunmak istemişti ama cesaret edememişti. Aklına çok kötü bir fikir geldi.
 
-Ya gördüğüm prenses gerçek değilse?
 
-Peki neydi o zaman? Rüya mıydı? Yoksa yoksa...
 
-Yoksa ben bir cinle mi karşılaştım?
 
-Ben bir cinle mi konuştum?
 
-Ben bir cinle mi tanıştım?
 
-Yoksa, yoksa... Ben... bir... cinle... mi... evleneceğim?
 
-Hayır! Hayır! Hayıııııır! Ben cinlerden korkarım, nasıl evlenebilirim bir cinle!
 
-Yok, yok olamaz bu!
 
-Benim gördüğüm kesin cin değildir! Peri filandır...
 
-Perilerin cinlerle pek alakaları yok.
 
-Peki, periler canlı mıdır?
 
-Eyvaaaaaah, kafayı yiyorum ben ya!
 
Kendisinden korkmaya başladı, aklını kaybediyordu! Aklını başına toplamaya çalışırken hışırtı sesi duydu. Emin olabilmek için dikkatlice dinledi. Evet, hışırtı sesi vardı, kesin duymuştu. Tüyleri diken diken oldu. “Neyin hışırtısı acaba?” diye çevresine baktı. Bir şey göremedi ama hışırtı sesi gittikçe yükseliyordu. Duymamazlıktan gelecek gibi değildi. Çeşmeye gitti, su akıntısı yoktu. Zaten su akıntısı şırıltı olarak duyulurdu, hışırtı olarak değil. Köşede kocaman bir gaz tüpü vardı, pek kullanılmazdı ama tedbir amaçlı köşede dururdu. Gaz kesildiğinde hemen bağlayıp kullanmak içindi. Gaz tüpünü de iyice dinledi, hışırtının nedeni gaz kaçağı da değildi.
Mutfakta hışırtının nedenini öğrenebilmek için gezindi, attığı her adımda korkusu gittikçe çoğalıyordu. Mutfakta mıydı yoksa korku filmi seti mi belli değildi. Her an beklenmedik bir şeyle karşılaşacağından korkuyordu, aniden yılan vs. çıkabilirdi. Emin olabilmek için yerlere baka baka yürüyordu. Sonunda hışırtının nereden geldiğini öğrendi. Sarı renkteki mangallar kıpkırmızıydı. Üstelik en az iki ya da üç kat daha büyüktü. Korkarak yaklaşıp baktı. Mangalda lavlar vardı, yanardağ misali mangalda lav kaynıyordu. İşin garip tarafı, lav sıcak değildi.
 
-Bu lavı daha önce görmüştü ama nerede?
 
Bu lav daha önce bağrını yakan lavdan başka bir şey değildi.
 
Çığlık atıyordu ama sesi çıkmıyordu. Mangalların üzerinde şişler vardı. Şişlerde ise kebap diziliydi.
 
-Ne kebabıymış bunlar?
 
Şişte kalbi bin parçaya dilimlenmiş, lavlar üzerinde büzdürülüyordu. Sıcak olmayan lavda ise dilimlenmiş kalbi yanıp kül olmuyordu. Bağrını okşadı, kalbinin yerinde olup olmadığını kontrol etti.
 
-Kalbim hâlâ yerindeymiş!
 
Gidip masaya oturdu. Saatin kaç olduğunu öğrenmek istedi. Kol saati kullanmazdı. Cep telefonunu aradı ama bulamadı. Duvardaki saate gidip baktı. Baktığına bin pişman oldu. Saatte yine prenses resmi vardı, gülümsüyordu. Dikkatlice bakınca prensesin göz attığını gördü. Kılcal damarlarına kadar ürperti hissetti. Masaya gidip oturdu, gözlerini kapattı. Hiçbir şey görmek istemiyordu, özellikle prensesi...
 
Çok geçmeden gıcırtı duydu, hemen dönüp baktı. Kapı yavaş yavaş gıcırdayarak açılıyordu. Kapı açıldıkça içeriye müthiş bir ışık giriyordu. Kapı açıldıkça içeriye dolan bu ışık, prensesin gözlerindeki ışıktı.
 
-Acaba prenses mi geliyor?
 
Yine bir an içi kıpır kıpır oldu. Işığın parlaklığından gözü kamaşıyordu, kimin içeri girdiğini fark edemiyordu.
 
— Tik, tik, tik, tik, tik...
 
Gelen kişi, gelip yanında durdu. Birkaç saniye boyunca kim olduğunu anlayamadı. Daha sonra mutfaktaki aşırı aydınlık bir anda yok oldu. Lambalar yanmış, yanına gelenin kim olduğunu sonunda görebilmişti ama tekrar tüyleri diken diken oldu. Tekrar avazı çıktığı kadar bağırmak istediyse de sesi çıkmadı. Yanına gelen garson Rıza'ydı.
 
Bildiği, tanıdığı garson Rıza, 1.70 metre boyunda, ince, zayıf biriydi. Fırlamaydı ama başkasına büyük kötülük düşünecek ya da yapacak biri değildi. En azından Mehmet Usta öyle biliyordu.
 
Yanına gelen Rıza, yaklaşık 2 metre boyunda, 1.5 metre eninde, başpehlivan gibi iri yarı biriydi. Hangi ara bu kadar büyüyüp gelişmişti acaba? Pazıları müthiş kalındı, acayip dövmeleri vardı. Kolundaki dövmeye iyice bakınca prensesin resmini gördü ama gözleri mavi değil, kıpkırmızıydı. Dracula gibi dişleri vardı, ayrıca ağzından hafif kan sızıyordu...
 
Rıza, Mehmet’e öyle bir baktı ki usta zangır zangır titremeye başladı. Rıza’nın gözleri de kıpkırmızıydı ve bakışından kin, nefret fışkırıyordu. Dişlerinin birkaçı altın kaplamaydı.
 
Yavaş yavaş Mehmet Usta’ya eğildi. Pis kokudan burnunun kemiği kırılacaktı sanki. Ömründe çok pis kokulara şahit olmuştu; kokmuş et, sebze, meyve, yumurta ve süt ürünleri... O pis kokular bile bu koku yanında parfüm sayılırdı. İnsan öldükten sonra vücut dağılmaya başladığında müthiş ağır bir koku olurmuş derler ama bu adam canlı?

Kulağına fısıldadı. Aslında yılan gibi ses çıkarıyordu.
 
— Sen hâlâ hazırlanmadın mı?
 
— Ha ha ha yııır!
 
— Korkunun ecele faydası yok, hiç duymadın mı kebapçı?
 
— E e e... ce ce cel mi? Be be be ben öl öl öl... mekkkk is is is... te mi yorummm!
 
— Kekeleme, adam gibi konuş benimle! Kesin altına etmişsindir! Hahaha!
 
— ...
 
— Benimle gel, hemen gidiyoruz.
 
— Be be be... ben gel gel gel mek is is te te te mi mi yooo rum!
 
— Adam takıldı ya! Hadi, seninle kaybedecek vaktim yok benim! Bu arada prensesin seni bekliyor... Hahahahahahaha!
 
Hiçbir zaman bu kadar çaresiz olmamıştı. Yaşadığı gerçek olamazdı, bu mutlaka bir kabustu.
Başını ellerinin içine alıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Diğer yandan içinden Allah’a dua edip yalvarıyordu:

-Ya Rabbi, sen bana acı, merhamet et
 
-Ya Rabbi, sen bana yardım et
 
-Ya Rabbi, bu yaşadıklarım gerçek olmasın!
 
-Ya Rabbi, bu yaşadıklarım ne olur kabus olsun!
 
-Ya Rabbi, biri beni bu kabustan kurtarsın!
 
-Ya Rabbi, biri beni uyandırsın!
 
-Ya Rabbi,  iyi bir kul değilim ama sevdiklerinin hürmetine bana yardım et

 
-Mehmet! Mehmet! Uyaaan!

 
Mehmet başını kaldırıp baktı, şirketin sekreteri uyandırmış.
 
-Mehmet, iyi misin? Galiba kabus görüyordun?

-Evet, hem de ne kötü bir kabustu. Çok teşekkür ederim.
 
Mehmet, Allah’a şükretti. Daha önce kabuslar görmüştü ama böylesini asla! Hem de güpegündüz. Biraz sonra namaz kılmak, kulluk borcunu yerine getirmek, Rabbine doya doya şükretmek  için bodrum kata doğru gitti...
 


( Uyandırın Beni-kabus başlıklı yazı hotamisli tarafından 24.02.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu