Hikâyenin özeti:

Mehmet çok yoğundur, iki arkadaşının işini de yapmaktadır. Öğle paydosunda biraz dinlenebilmek için kaylûle yapmak ister.

 

Kaylûlede ilk önce tozpembe bir rüyaya dalar. Gökte aradığı bir güzel karşısında durmakta, onunla konuşmakta ve gülümsemektedir. Hatta Mehmete çok beğendiğini bile söyler. Mehmet, yıldırım aşkına tutulmuştur. Ancak ufacık bir sorun vardır: Çarpıldığı prenses yıllar önce ölmüş biridir…

 

Mehmet’in kara sevdası, çok acı bir kâbusa dönüşmüştür...


_____________________________________________________________________________________________


Prenses

 

-Mehmet usta, siz olmalısınız?

-E-e-e-vet, benim!

Mehmet Usta neye uğradığını şaşırmıştı. Karşısında sarı saçlı, mavi gözlü, dünya güzeli bir bayan duruyordu. Orta yaşlı ve orta boylu biriydi. Sadece durmuyor, ustaya pür dikkat bakıyordu. Duyduğu en tatlı müzik gibi bir ses tonuyla ustaya konuşurken aynı zamanda gülümsüyordu. Beyaz elbiseler içinde pırıl pırıl parlıyordu. Sadece rüyalarda görülebilecek kadar güzel bir kadındı. Gerçi rüyalarda görülen o güzeller karşısında durup ne konuşabilirlerdi ne de gülümseyebilirlerdi. Sahi, neler oluyordu?

-Siz prenses......?

-Ta kendisi!

-Ama siz...??

-Şekerim,  karşındayım işte.  Bak seninle konuşuyorum, sana bakıyorum. Daha ne yapmamı beklerdin?

 

Karşında duran bayan sıradan biri değildi; bu bir prensesti. Hem de yıllar önce hayatını kaybetmiş bir prensesti. Mehmetín kafa allak bullak oldu.

-Başıma bir şey mi düştü, ben hayal mi görüyorum acaba?

Karşısındakinin gerçek mi, hayal mi olduğunu anlayabilmek için prensesin eline, koluna dokunmak istedi.

Ama nasıl dokunabilirdi ki? Ya kadın gerçekse ve avazı çıktığı kadar  bağırırsa ne yapacaktı?

-İmdaat bu adam sarkıntılık yapıyooor!

Durduk yerde sarkıntılık yapmış olacaktı. Prensese sarkıntılık yapmış olmak ise çok pahalıya patlardı. Önce korumalar haddini bildirirdi. Korumalardan yediği dayaktan sağ salim kurtulabilirse, patronu elinden geleni ardına koymazdı. Mekânını belki de ilk kez kraliyet ailesinden biri şereflendirmiş olacaktı ama Şef Mehmet’in prensese sarkıntılık yaptığı her tarafta duyulacaktı. Devlet bu mekânı hemen kapatırdı. Kim olsa, sarkıntılık yapan adamı fena halde cezalandırırdı. Hatta devlet bile bu işe el atabilirdi.

 

Sahi, derdini kime, nasıl anlatabilecekti ki?

 

Karakolda saatlerce sorgulanacaktı. Belki de bu, prensese saldırı teşebbüsü olarak algılanacaktı. 28 şubat döneminde yani askerin hükmettiģi zamanlar, uğradığı bir iftira yüzünden çekmediği kalmamıştı. Sorguda yemediği dayak, görmediği psikolojik baskı kalmamıştı. Öylesine büyük bir baskıya maruz kalmıştı ki, hâlâ unutamıyordu. Güya hukukta, suçlu olduğun ispat edilene kadar suçsuzsun. Ama Mehmet, suçsuz olduğunu ispat etmek zorunda kalmış ve bu süreçte suçlu muamelesi görmüştü. Aynı soruyu en az yüz defa sormuşlardı.

 

Bu defa galiba bin defa kendine soracaklardı:

-Prensese neden dokundun?

-Niyetin neydi?

-Kaçırıp fidye mi isteyecektin?

-Yoksa başka bir kötülük mü yapacaktın?

 

Daha önce zaten belki bin defa:

-Kimsin?

-Hangi örgüte üyesin?

-Bu eylemi kimlerle yaptın?

-Sana kimler yardım etti?

-Bu eylem için kimlerden emir aldın?

-Bu eylem için kaç dolar aldın?

 

Tekrar tekrar sorulan sorularla beyni allak bullak olacaktı. Prensesin canlı olup olmadığını anlamaya kalkışmak, başına ne büyük dertler açacaktı yahu!

 

Mahkemeye çıktığını aklının ucundan bile geçirmek istemiyordu. Hakime de kesinlikle derdini anlatamayacaktı.

-Hakim Bey, ben prensesin canlı olup olmadığından emin olabilmek için kendisine dokundum, hiç kötü niyetim yoktu!

 

Bu savunmayı magazin medyası abarta abarta günlerce yazacaktı. Lüzumsuz televizyon programları bunu kendine dert edinip piyasada ne kadar bilmemiş kişi varsa ekranlara çıkaracaktı. Bu olayı duymayan kalmayacak, bu savunmaya uygun bir yerleriyle gülmeyen kimse kalmayacaktı. Türkiye bir yana, koca dünyaya rezil rüsva olacaktı.

 

Hakim, iyi bir şey yapmış olmak için kendisini kesin psikiyatrik teste gönderecekti. Psikiyatristler ise ayrı bir dertti. Entel dantel bir şekilde mahkemenin Mehmet’e kabul ettirmek istediği şeyi empoze edeceklerdi:

-içgüdüsel dürtmeler sonucu prensese dokundum. Prensese dokunabilmek hayatımın en büyük hayaliydi. Elime geçen ilk fırsatta, kendime hakim olamadığım bir dürtüyle dokundum. Bu hazzı yaşamak istedim, filan falan...

 

Bu saçmalık yetmezmiş gibi bir de deli raporu vereceklerdi.

-Ulan, prensese dokunmak ne kadar pahalıya patlayacakmış yahu!

 

Prensese sarkıntılıktan kesin hapse girerdi. Başta çevresindekilere rezil rüsva olurdu. Kendisine gülüp alay etmeyen kalmazdı.

 

-Mehmet Usta, sende mangal gibi yürek varmış be! Hiç bilmiyorduk, cesaretine hayran kaldık ha! Prensese sarkıntılık yapmaya her babayiğit cesaret edemez. Bravo len! Bu arada zekana da hayran kaldık, canlı mı diye dokunmuşmuş... Kimin aklına gelir böyle bir fikir? Sen kebap salonlarında boşuna ömür tüketmişsin ya! Kesin politikacı falan olmalıydın, koca dünyayı idare ederdin! Ha ha ha ha ha! Ho ho ho ho!

 

Ya hapishanedeki gardiyanlar, koğuş arkadaşları? Zaten adamların bütün gün işi gücü yok, kaybedecekleri bir şey de yok. Gelip geçen kendisiyle dalga geçerdi artık.

 

İngiltere boş mu duracaktı sanki?

- Bizim prensesimize dokunma cüretini gösteren kebapçıyı kendi ellerimizle yargılayacağız, verin o dengesizi bize! Adam ulu orta, bizim prensesimize sarkıntılık yapmış, o kadar korumanın gözü önünde hem de. Ya kuytu bir yerde karşılaşsaydı? Neler yapmazdı neler!

İngiltere kendisini isterse, Mehmet’i seve seve teslim edebilecek yalaka, yağcı o kadar aşağılık memur vardı ki... Hem İngilizler, bir prensese çok komik bir nedenle dokunma cesareti gösteren Türk’ü kesin yıllarca tavşan gibi laboratuvarda araştırırlardı.

Üstelik bir de karşısındaki kadın namahremdi; asla ona dokunamazdı. Tokalaşmak için el verse neyse ama artık geç kalmıştı. Zaten tanışmışlardı; tokalaşmanın bir anlamı kalmamıştı.

Mehmet Usta, daha birkaç hafta önce prenses hakkında bir belgesel izlemişti. Prensesin güzelliğine hayran kalmıştı ama en çok karakterini beğenmişti. Belgeselin verdiği bilgiye göre prenses, fakirlere ve muhtaçlara çok yardım etmiş. Sadece maddi yardımla kalmayıp gidip garibanları bizzat ziyaret etmiş, kendileriyle muhabbet etmiş. Afrika’daki, Asya’daki ölümcül hastaların yanına gidip onları teselli etmiş. “Kraliyet ailesine mensup kim yapar bu kadar alçakgönüllülüğü?” diye düşünmüştü.

 

Mehmet’in göklerde aradığı biri karşısında duruyordu ama halen gözüne inanamıyordu. Nasıl olur da yıllar önce hayatını kaybetmiş biri dimdik karşısında durabilir, kendisiyle konuşabilirdi?

 

Ustanın başı hızla dönmeye başladı. Ayakta durmakta zorlanıyordu ama bir bayanın karşısında yere düşemezdi. Karizmasını çizdiremezdi. Güçlü olmalıydı ama daha önce hiç başına gelmemiş halleri yaşıyordu. Daha önce hissetmediği acayip duygular içindeydi. Kendisini toparlamaya çalışıyordu ama gücü yetmiyordu.

-Tü-tü-türkçe konuşuyorsun?

-Ha-ha-ha, sen ne tatlı şeysin ya! Her şeyi merak etme canım!

-Be-be belgesel izledim. Orda...

- Aaaa! Televizyonda her gördüğüne inanır mısın sen? Boş ver şimdi belgeseli falan. Beni iyi dinle canım. Ben çocukluğumdan beri hep özel aşçıların hazırladığı yemekleri yedim. Damak tadım çok gelişmiştir. Daha ilk lokmada yemeğin en ince eksiklerinin farkına varırım. Hatta şefin halet-i ruhiyetini bile deşifre ederim. Senin hazırladığın Adana kebabı aslında o kadar da ağam-paşam bir yemek değildir ama beni senin mesleğine olan aşkın çarptı. Sen yemeğe aşkının tadını vermişsin, sen yemeğe samimiyetinin aromasını vermişsin. Sen yemeği ateşle değil sanki pozitif enerjinle pişirmişsin. Ben bütün bu incelikleri hemen fark ettim. Senin gibi bir şef çok nadir, zor bulunur. Şekerim, beni dinlemiyorsun galiba! Darıldım ama!

Mehmet usta, nasıl dinleyebilirdi ki... Ayakta zor durabiliyordu. Prensesin karşısında güneşi görmüş kar adam gibi hızla eriyordu.

Prensesin yüzü dolunay gibi parlıyordu. O kadar beyazdı ki, daha önce böylesi bir yüz görmemişti. Ya göze ne demeliydi?

Prensesin o mavi gözü sıradan bir göz değildi. Parıl parıl parlıyordu. Şimdiye kadar gördüğü en canlı gözdü bu; hayat fışkırıyordu. Ayrıca, far gibi parlıyordu sanki. Fara da benzetmek aslında yetersizdi. Böylesi bir bakış hiç görmemişti, hissetmemişti... Anlatması sanki mümkün değildi. Böylesi bir duygu sadece yaşanırdı, anlatılamazdı.

Evet, bakışındaki sevgi dalgaları kalbinin en derinliklerine ulaşıp bütün hücreleri titretiyordu. Aynı zamanda ciğerini ateşleyip cayır cayır yakıyordu. Sinesinde alevi olmayan, dumanı tütmeyen devasa bir ateş yanıyordu, nasıl erimesindi ki... İçinde volkanlar patlıyordu, kızgın lavlar kılcal damarlarını bile dolduruyordu. Vücudundaki kan fokur fokur kaynıyordu, kardan adam gibi erimesin de ne yapsındı?

Prensesin gözüne baktığına bin pişman olmuştu. Göz, bir yandan daha önce hiç görmediği, duymadığı, bilmediği bir aleme açılan kapıydı sanki. Keşke bu aleme hiç girmeseydi.

Kara, hava ve deniz iç içeydi. Kâh bucaksız yeşil ovada karlı dağlara doğru yürüyor, kâh durgun bir okyanusta yüzüyor, kâh pamuk gibi beyaz beyaz bulutların üzerinde uçuyordu. Halbuki daha önce bırak uçmayı, yüzme havuzunda bile yüzmemişti.

Yürüyordu ama tüy gibi hafifti, ayda gezen astronotlar gibi yer çekimi olmayan bir yerdeydi. Yürümek, yüzmek ve uçmak için gerekli enerjiyi bağrındaki volkandan alıyordu. Yürümek istediğinde ok gibi öne fırlıyordu, yüzmek istediğinde en yunus balığı gibi suyu yarıp ilerliyordu, uçmak istediğinde ise havaya fırlatılan roketler gibiydi.

Kendisinde başka bir hâl daha vardı; önce bu hâle de hiç şahit olmamıştı. Görmediği, duymadığı bir güç tarafından çekiliyordu. Vücudunun iradesi kendi değildi, bedenine hâkim olamıyordu. Kendisini istediği tarafa çeken gücün kaynağını bulmak istedi, sağa sola bakındı. Çok ilerilerde prenses duruyordu, mıknatıs gibi kendisine çekiyordu. Prensesin manyetik alanından kendini alamıyordu, kurtulamıyordu.

Prensesin sesi ise daha önce hiç duymadığı müzikti, bütün hücrelerini zangır zangır titretiyordu.

 

-Efendim?

 

Prenses kahkaha atıp gülmeye başladı. Kahkaha o kadar şiddetliydi ki, sanki mekan başına yıkılacakmış gibi oldu. Prensesin gülüşü, ustanın beyninde yankılanıyordu.

 

-Mehmet usta, ben ömrüm boyu kadınlardan çok erkeklerle muhatap oldum. Erkek milletini çok severim. Özellikle doğru, dürüst, mütevazı olanları tercih ederim. Hele saf ve salak olanlarına bayılırım. Sakın yanlış anlama salak değilsin ama çok safsın. Senin gibi saf pek bulunmaz, seni çok sevdim. Benim özel aşçım olacaksın. Beni kırmazsın değil mi şekerim?

Belki seni tanıdıkça daha çok sever, seninle arkadaş bile olurum . Hadi şimdi hemen eşyalarını topla, yarım saate kalmaz özel güvenlikçim seni almaya gelir.

 

-Ne ne ne ne?

 

-Nereye gideceğiz mi demek istiyorsun ha ha ha ?

 

-E-e-evet!

 

Ha-ha-ha! Sen biraz da salaksın ya! Ama olsun, çakal olmada salak ol, daha iyi! Neyi anlamadın, elbette ben nereye gidersem, sen de oraya. Londra, Paris, Roma, New York... Ara sıra İstanbul'a da uğrarız, vatan hasreti giderirsin. Sayemde dünyanın en güzel şehirlerinde, en güzel mekanlarında yaşayacaksın! Belki de bir prensesin dostu olacaksın! Bu her şefe nasip olmaz, sevildiğini bil. Bu iyiliği herkese yapmam. Üstelik bir daha sormam, nazlanıp kendini ağır satmaya kalkışma, yoksa treni kaçırırsın. Sonra çok pişman olursun ha! Hadi hemen hazırlan şekerim!


 

( Uyandırın Beni-prenses başlıklı yazı hotamisli tarafından 23.02.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu