Yalnızlığın bir türküsü var mıydı
sahi belki de şahit tutulası üç beş iklim elbet insan olmanın dirayeti ile
sınanan bir bir.
Düşlerden ekinler topluyordum ve asla
düşkün değildim ne de tutuklu veya bir zulme ortaklık yapan bir hain ya da
zalim değildim.
Benim bir öyküm yoktu.
Benim yüzlerce hatta binlerce öyküm
vardı.
Öykündüğümse herhangi bir değildi ve
öldürdüğüm nefsim.
İçimin duasında saklıydı ömür ve
duayeni idim acıların ve yalnızlığın dibine vurduğum bir hurafeydi belki de
kanıksamak zorunda kaldığım…
Titreyen ellerim değildi sesim hiç
değil yüreğinse rüzgârına yenik düşen sözcüklerim ve işte titreyen titri
kalemimin ve ben yazmakla mesuldüm bir kere sürgün edilmiştim edebiyat ovasına.
Layığıyla yaşamanın adı sevmekti asla
itiraz etmediğim.
Tüten bacasıydı İstanbul vapurunun
bense uzaklara firar etmek adına yola düşen ama İstanbul aşkıyla tutuşup da
insanlıktan istifa edip bir martıya dönüştüğüm de asla bir şehir efsanesi
değildi.
Uçuşan kanatlarım ve beyaz tüylerim…
Irkımda birlikte ait idik bu şehre ve
telaffuz etmenin mümkün olmadığı o karşılıksız aşkım İstanbul’a ve Marmara
Denizine.
Göç etmiştim işte kendimden.
Gövdemi siper etmiştim.
Kollarım yoktu ama beni kollayan
Yaratanım vardı ve beni bir martıya dönüştüren.
Öncemde hayli sevimli bir kız çocuğu
idim ama çok yalnız…
Sonra okul yaşım gelmişti ve işte
düşmüştüm bilginin yoluna ve ne çok parantez açmıştım açacaktım da.
İçimin ikbali s/onsuzluktu.
Ait olduğumsa sadece O.
Ufkumda darmadağın olmuş bir ömrün
yeni versiyonu oynuyordu ve ben yavaş yavaş uzaklaşıyordum benliğimden ve
bedenimden.
Ailemle beraber başka bir şehirde
yaşıyorduk ve babamın tayini İstanbul’a çıkmıştı ve ben hayatımda hiç mi hiç
deniz görmemiştim.
İstanbul’unsa şanına yakışır bir
şehir olduğunu kulağıma geldiği kadar biliyordum.
Sonra sınıf öğretmenime sordum:
‘’İstanbul kimdir, öğretmenim?’’
Nasıl da gülmüştü güleç yüzlü canım
öğretmenim ve kısaca özet geçmişti:
‘’İstanbul aşk’ın ta kendisidir
sevgili Sema.’’
Peki, aşk neydi?
Ama sormadım ve kendime söz verdim o
günden sonra: ben aşk olmayı seçecektim hatta ben İstanbul olacaktım ama bunu
kimseye söylemedim. Öğretmenime bile.
Günler günleri kovalıyordu ve biz
ufaktan evi toplamaya başlamıştık bile.
Annemle babam denkler yapıyorlardı ve
ben de tüm kitaplarımı ve oyuncaklarımı minik kolilere yerleştiriyordum bir
yandan meraktan içim içimi yiyordu. O gün babam demez mi?
‘’İstanbul’a çıksa da tayinim uzun
süre kalmayız bu kalabalık şehirde sonra artık tayinim nereye çıkarsa yine jet
hızıyla taşınırız İstanbul’dan.’’
Bu kadar basit miydi sahi her şey?
Ama benim söz hakkımın olmadığını bildiğim için içime akıttığım gözyaşımı.
Bir çaresi olmalıydı bunun mademki
İstanbul’a tayinimiz çıkmıştı niye bu denli kısa süre kalacaktık ki bu sevdalı
şehirde?
Cevabı yoktu sorumun aslında ortada
dile getirdiğim somut bir soru bile yoktu.
Ve gün geldi atladık kamyona eşyaları
da yerleştirdik mi arkaya ve uzun süren bir yolculuğa başladık bense gözüm açık
ne çok hayal görüyordum ne de olsa haritada işaretli olan gizemin adı idi
İstanbul ve ben görmeden âşık olmuştum şehre.
Derken yavaş yavaş kollarım ve
bedenim uyuşmaya başladı birdenbire kollarımı hissetmez oldum ve yumuşamaya
başlamıştı kollarımın dokusu derken tüm vücudum tüylenmeye başladı ve
dudaklarım kayboldu derken ayaklarım perdelenmeye başladı ve biz hala kamyonda
son sürat gidiyorduk işin ilginci etrafımda kimse yoktu beyaz bulutların
haricinde.
Birileri çekiştirdi yakamdan ve bağırmaya
başladı o gaipten gelen ses:
‘’Hey, sen, ufaklık azıcık uç da
gözümüz gönlümüz açılsın.’’
Sanırım birileri ileri doğru yürümemi
şart koşuyordu ve tam koşmaya başladım ki ansızın tökezleyip yere düştüm
üstelik gagamın üstüne.
Bu sefer az evvelki ses gülmeye
başladı:
‘’Pek de toymuşsun beyaz kafa. Yürü
demedik uç diye seslendik. Sen kuşların yüz karası insan bozuntusu.’’
Bir hışımla hareket etmiş olacağım ki
kendimi son sürat uçarken buldum gökyüzünde ve işte İstanbul ayaklarımın
altındaydı ve ben sevdama kavuşmuştum sonunda.
Uçmam ise hayra alamet sonuçta iki
ayağım iki kolum varken ve uçtukça kendimden geçiyordum. Hızlandım ve hızlandım
derken denizin üstünde giden bir karartı gördüm ve içi insan doluydu ve
birileri adeta beni işaret ediyordu.
Gaipten gelen sesi arkamda
bırakmıştım ve ben hızlı bir şekilde alçalmaya başlamıştım bile tam da pike
yapacakken yanı başımdan bir şey geçti ve denize düştü.
‘’Anne, bak, bak, martı nasıl da
yakınlaştı bize. Acaba kollarımı açsam uçar mı göğsüme?’’
‘’Saçmalama kızım. O özgür ve doğaya
ait üstelik onu korkutmaya hakkımız yok. Hadi bir lokma daha at elindeki
simitten belli ki nasıl da aç.’’
‘’Çok mu aç çok mu?’’
Çok açtım evet: ben İstanbul’a ve
aşka açtım.
‘’Aç gözlerini aç haydi.’’
Ne yani gözlerim kapalı mı görmüştüm
ben bu düşü? Öyle ya gözü açık düş görür mü insan?
Sahi, ben insan mıydım da birileri
bana komut veriyordu?
Kuşsam ne işim vardı koca kamyonun
içinde?
Evet: açtım çok aç hem de.
Ve açıp da gözlerimi bana simit atan
küçük kızla göz göze geldim ve siması o kadar tanıdıktı ki.
Ve yanındaki kadın yani kızın annesi
de inanılmaz tanıdıktı ve ben çok açtım aslında gözlerimi açtığıma pişman
olmuştum.
Havaya fırlattığı simidi gagamla
tuttum ve azıcık daha yakınlaştım anne kıza. Aman Tanrım! Bu kız çocuğu bu kız
çocuğu…
O bendim ve yanındaki kadın da annem.
İyi de ben kimdim ya da ne?
Gözlerimiz aynı renkti küçük kızla ve
onun beyaz mantosu ve pembe dudakları tıpkı gagamın pembeliği gibi onun
yüzündeki pembeliğin aynısı idi ayaklarıma yakın duran o düş pembesi renk.
Gözlerimden bir damla yaş düştü.
Demek ki çok istediğim için Tanrı
içten duamı kabul etmiş ve beni İstanbul’a emanet etmişti ve aklım hala küçük
kızla annesinde idi.
Kapadım yeniden gözlerimi ve daha
yukarıya doğru uçmaya başladım ve arkamdan bana seslenen başka martıların beni
takip ettiğine tanık oldum bir anda.
Karnım doymuştu işte.
Tüm heyecanım da yatışmış
kabullenmiştim artık İstanbul’un tek sevdam olduğunu ve bu aşkın yanıt
bulduğunu Tanrı bana göstermişti.
Aşağında bir nokta haline gelen vapurdan
gelen sesleri artık duymuyordum derken bir başka vapur geçti altımdan.
Her vapur benimdi.
Her dalga bendim.
Her simit benim açlığıma giderecek
besinimdi.
Bense huzurlu ve özgür bir kuştum
kendimi İstanbul’un kollarına bıraktığım ve içten edilen her duanın kabul
bulduğunu evren bana bir kere daha göstermişti.
Evet, ben özgür bir martıydı
kanatları ile aşka yelken açan sevdalı bir rüzgardım adeta adımın İstanbul ile
anıldığı mutlu çok özgür ve inanılmaz âşık…