
Ölümün uzantısı belki de şafağın ön
görüsü elbet sallantıda ruhlar ve mizaçlar ve şakıyan yağmura beyitler armağan
ediyor Tanrı ve şakağında eli özlemin, yâd ediyor dünü ve öncesinde saklı
tuttuğu misafiri.
Elim gitmiyor kimi zaman ama sevgiyle
örtündüğüm ve sevgimle örttüğüm evrene hala atıfta bulunabiliyorum ve özenle
sevdiğim kadar bir öz veri filan da beklemiyorum ne de olsa hayatın bir ön
görüsü her insan ve şafağı atan hezeyanlarda büyüttüğüm düşlerim her nasılsa
düşmezken yakamdan.
Latif bir esinti ve beyhude
serzenişler.
Darmaduman hayatın lal hali ve
sessizliğe delalet cinnet geçiren şehrin de meali aslında yazılmaya hazır hikâyeler.
Bir şehrin kâbusu olabilirim ya da kâbuslarımın
seyrinde bir şehir dilerim Tanrıdan ve minnet etmediğim şiirlerle de dikerim
söküklerini şehir sakinlerinin: hani görünmeyen oysaki günler evvel adım dahi
atamazken şehrin ara sokaklarında dahi şimdi karanlığa ve sessizliğe mazhar
oldu tüm şehrin sokakları hatta şahikanın ölü mazisinde dirilen bir yemin gibi
ve yem oldu ruhlar bir ömür öfkeyle ve şehvetle kuduran mevkiinde somurtan
mizacı ile bir çiçekten diğerine konan arılar bile çekildiler kovanlarına.
Sözcükler yalıyor şehrin yanaklarını.
Şiirler konuyor yedi tepenin her
birine.
Bihaber olduğumuz ölümle yüzleşirken
ben hala şehre duyduğum aşkı ve özlemi yok sayamıyorum ve dokunmadan, görmeden,
duymadan sevmenin verdiği mahcubiyeti yok sayıp doya doya sevmenin zevkini
sürüyorum.
Körebe oynadığım zamanlara filan da
atıfta bulunamam hani ne de olsa şehir bana yabancıydı bu güne kadar aslında
tüm yabancılardı uzağında durmam gereken ve gitgide birbirine yabancılaşan
insanlar bir kıvançla seviyorlar ki yalnızlıklarını…
Kimliğini kaybeden bir vatandaşım ben
üstelik kaç kere kimliğine kazan kaldıran ve kabul görmezken varlığım, şimdilerde
kimlik numaramla fink atıyorum aklımın karanlık sokaklarında ve aklıma kim
soktuysa sevmenin de mucidi iken yüreğim, gördüğüm kâbusları sonsuzluğa
uğurlayıp güzel düşler görmek adına uzanıyorum yatağa.
Ehli keyif bir insan olmaksa son
sürat kendime yaklaştığım ve şehrin ışıklarında yıldızların öncelik yaptığı bir
yakamoz festivali oysaki deniz çok uzağımda oysaki ben denizin ta kendisi iken
içimdeki çırpınışları yok saymanın verdiği hüzünle içimdeki yoksunluğu açığa
çıkarıyorum ve şehre beyitler armağan ediyorum.
Heybetli gölgeler var uğruna savaş
verdiğim.
Bir de yalnızlığım var saçlarına
çaputlar bağladığım.
Merkezindeyim hayatın ve dibindeyim
kuyunun: aman Allah’ım bu ne yaman çelişki ve işte şairden çaldığım güncemin de
tutanağı ve başlığı aslında kırmızı başlığımla ormanda kaybolduğumu da kimseler
görmedi Tanrı’dan başka.
Şerit değiştirmek de çok olası ve
muktedir olduğum sadece hiçliğime konan kelebeklerin kanatlarını koparma
isteğim ve çarpılmam an meselesi ne de olsa kozamdaki ıslaklığı henüz sunmadım
kendime ve yaşımla ıslandığım ve acımla doyduğumu da kimselere öncesinde itiraf
edemediğim.
Neye denk düştüğümü sorgularken
insanlar.
Ve ben kendi ormanımda adımlarımı
sayarken üstelik bir adım-sayarım da yok sadece içimden sayıyorum- ve ayılıp
bayılıyorum çünkü kaybolduğumun bilincinde verdiğim kayıpları da unutmak adına
yeniden huzura kavuşabilmenin yollarını arıyorum ve işte nihayetinde vardım
Hansel ile Gratel’in kulübesine oysaki şekerli gıdalar tüketmemem gerektiğini
söyledi büyükannem ve ben hala kırmızı başlığımı çıkaramadığım için başına
buyruk bir masal kahramanı olmaktan da çok uzağım.
İstikrarla ağladığım su götürmez bir
gerçek lakin her yeri su bastı bu anlamda yüreğimin gondolu ile salınıyorum
aslında yüzmeyi bilmediğim için su üstünde kalmaya çalışıyorum ve gemisini terk
etmeyen kaptan kadar da azimli değilim çünkü Venedik’e asla varamadım ve sulara
gömülmüş bir şehrin filan da özlemini duymuyorum ve başladığım yerdeyim ve
ruhumun özgürlüğüne saniyeler kala hala bedenimle savaş vermekteyim oysaki ruh
öyle mi…
Sevdiğim kadar özgürüm ben.
Latife yaptım çünkü sevginin ön sözü
aslında özgürlük değil de özgün bir ruh hali ile kabul görmek adına konmak
çiçekten çiçeğe ve yeniden seriliyorum içimin kuytularına ve hesabını tutmadığım
ne varsa uzun uzun listeler geliyor posta kutuma.
Hangi bankadan hangi dekont geldiyse
ve kırmızı şapkam fazlasıyla canımı acıtıyor çünkü ben şehirli bir kızım
aslında al yanaklı bir köylü kızı olmaya da içi giden ve an itibari ile hala
ormandayım demek oluyor ki köye de uzak yolum: gel gör ki tüm uzaktaki köyler
madem benim köyüm üstelik ülkemin her karesinde yaşıyor olabilmenin de hayalini
kuruyorken lakin an itibari ile hayal kurmam yasaklandı ve kurunun yanında
yanmaktan dolayı filan da hicap duymuyorum.
Kelebek kanatlarına özlem duyuyorum
az evvel canına kıydığım kelebeğin ve ördüğüm saçlarıma tırmanın şu uğur böceği
ile göz temasındayım sanırım kanatlarını koparıp takmalıyım sırtıma ve uçup
gitmeliyim uzak diyarlara gerçi uzakla yakın arasındaki farkın da izafi
olduğunu kestirebilsem de an itibari ile uzaklaşmak istiyorum.
Çözümsüz problemlerin hesabını
tutmaktan da zor yaşayıp da mutlu olabilmek ve şehrin açtığı her artı
parantezde diğer şehirlerin de kardeş şehir olduğunu bilmek güç veriyor bana ve
diyaframımda tutulmayı bekleyen nefesler var ve sadık olduğum kadar içimdeki
mizansene hala yaşayabilmenin bir farkındalık olduğunu da çözememişken insanlar
ve ölümün restleştiği her izlekte vebalı imgeler de tezahürat yapıyor…
Gün geliyor azımsıyorum içimdeki
özlemi.
Gün geliyor ş/akıyorum yol boyu.
Gece geliyor ve ölüyorum ne de olsa
elimde değil ve dokunamadığım kadar da dokunmak istiyorum en çok da insanların
yaralarına lakin soyut bir veri tabanı ve kimin ne olduğu değil ne olmak
istediği önem arz eden.
Kıyametin öncüsü bir izdiham ve
hezeyan ve sözcükler suyunu çekiyor ve kuruyan sözcükleri sulamanın ve
yaşatmanın da tek yolu rahmetten geçerken yolumuz lakin azımsadığımız kadar
çevremizdekileri en çok da yalnızlığın ruhunda açan bir çiçekten haber almak
adına Tanrının sunumunda hoş görü ile nasiplenmek ve sahiplenmek de tüm kâinatı.
Su dokundaki bilinmezlik.
Ve bir su küresi halini almışken
mizaçlar.
Kırlangıcın kanatlarında dolunay ve
güneşin sönük teninde kayan üç beş yıldız…
Bir kâbusa denk düşmek aslında ölümün
reşit kıldığı acılar ve gondolumda süzülürken bir ağaçtan diğer ağaca en çok
hamak kurmak istiyorum bir ağaçtan diğerine uzanan belki de hayatımda bir kez
bile uzanmadığım bir hamak hayali ile hamal yüreğimde fink atan sözcükler beni
uzun bir uykuya daldırıyor ve dalmadığı kadar gözlerim nasıl da dalıyor
derinlere en çok da beni ananlar belki de hiç karşılaşmadığım insanlardan bana
yansıyan o enerji.
Yalpalayan bir beden üstelik eni boyu
bilinmeyen ve işte sınıf atladığımız bir gezegen hele ki üç günlük dünyayı bir
eziyete çevirip da hayata çemkirdiğimiz en çok da istikrarla sevmediklerimiz.
Tüneyen bir kuşun lakayt sevinci ne
de olsa kursağındaki tek lokma onu ayrı bir yere koyuyor insanlardan ve
istilasında bunca acının sehven yenik düştüğümüzü de kabul etmiyoruz.
Kırmızı başlığın hezimeti ile diken
üstündeyim ve pelerinimi ütüleyen büyükanneme nasıl da kızgınım öyle ya: o
pelerinle düştüm ben bu kötü yola ve hala köşe bucak kaçtığım kurttan da
sonsuza kadar kurtulamayacağımı biliyorum.
Oysaki bir peri kızı olmayı nasıl da
isterdim ve elimdeki sihirli değnekleri tüm özlemleri gideren ve dünyayı da
yaşanılır bir yer yapmak adına herkesin yüreğini sevgi ile dolduran gel gör ki…
Şehrin sekizinci tepesiyim altı üstü
ve asla da varamayacağım o üçüncü yakada misafirlerimi ağırlıyorum elbette
muhtelif yüreklerden akın akın gelen insan ve sevgi seli ile maruzat filan da
beyan etmiyorum ne de olsa Allah’ın sevgili kuluyum ve yıllardır özlemini
çektiğim o yolculuğu tek seferde yaptım bile bu gün ve şehri boydan boya
dolaştım üstelik dikkat çekmeden ve babaanneme verdiğim sözü de saklı
tutuyorum:
Ben hala senin en sevdiğin o masum
torununum.
Daha dün gibi kulaklarımda bana
verdiği öğütler ve ben gerçekten seni çok sevdim. Şimdi rahatça uyuyabiliriz
üstelik kavuşmamız da çok yakınken.
Az evvel vardım kulübeye ve kurda da
hiç rastlamadım.
Ölmek o kadar da korkunç değilmiş
hani en çok da içinizde büyüyen korkuların sizi hayata esir yapmasından da daha
kötü bir şey olamazken.