İnilti benzeri bir farkındalık,
kıskacına aldığı havayı daha da daraltıyor; dar alandaki geniş ölçekli
paslaşmalar hayata hafife almışlığın iz düşümü adeta.
Kuramlarda sakıncalar yüklü aslında
her varlık özünü keşfetmek adına köz olmayı erteliyor aklınca.
Kurunun yanında yanan yaşın yasıyım,
dercesine gölgeli bir sahanlık ve görünmezliğin kalesi bir bir ifa ediyor
içindeki mekanizmayı.
Kirli ellerinde doğanın; zamansız
terk edişlerinde hayatın belki de en ufak bir kusur bulmamak adına insanın tüm
uğraşı.
Manivelası kayıp ruhun.
Dipçiği derinlerde ufkun.
Şeceresi olmayan bir satır adeta
hayatın gazabı ve adabıyla yaşarken insan, erdem sahibi olmak neymiş gösteriyor
bir diğerine.
Gölgesi de silik Muhittin’in ve bir
ayağı diğerine uyum sağlamak adına hızlıca ve beceriksizce iniyor merdivenleri
her ne kadar ayakkabısındaki tabanlık ve özel imalat saklayacak gibi olsa da
iki bacağı arasındaki santim farkını…illa ki burun kıvıranlar oluyor hele ki
şunun şurasında dumanı üzerinde o üniversite diploması her kapıyı açacak olsa
da…kapı açılıyor ansızın ve bodrumdaki dairenin ışıkları yanıyor.
Leyla Kadın yine yorgun ve bitkin
aslında farklı bir şeyler var dilinin ucuna gelip de söyleyemediği. Nereden
başlayacağını kestiremezken annesine fırsat vermeden atlıyor lafa Muhittin.
‘’Anne, üzülme karanlık diye. Fena mı
işte; karanlığın tadını çıkarıyor hele ki o yorgun ruhlu CEO’lara da bol bol
malzeme olmuşken.’’
Yanlış giden bir şeyler yok çok şey
var yine de kimse diğerine lades deme üstünlüğü vermiyor.
Çamaşır suyu kokan ellerinin rengi
değişse de aslında yüzü renkten renge giren ve konuya müdahil edilmişliğin
verdiği rahatlıkla yanaşıyor yanına oğlunun bir de tırnak diplerine kayıyor
gözü. Yeniş etleri ve kemirilmiş tırnakları ile…sahi mülakat sırasında kaymış
mıdır gözleri o, o…
‘’Neydi evlat onların adı? Ce gibi
bir şey dedin de aklımda kalmadı?’’
Gözlerini sık sık kırpıştırma adedi
edinmişken açılıyor gözleri fal taşı gibi delikanlının.
‘’İblis…dersem az bile kalır da…boş
ver ana, neyse ne. Önce adam olsunlar.’’
‘’Evlat, sen değil miydin o yetenek
sınavında dereceye giren hem kim oluyorlar da benim yiğidime laf ediyorlar? Ne
yani, az versinler de maaşını elleşmesinler senin huyun suyunla. Kibirli
mahlukatlar. Neymiş dertleri, de hele de ben bilirim yapacağını. Hem…’’
İçi içine sığmıyor Muhittin’in.
‘’Eh, be anam, bu kadar mı sevgi dolu
ve içten olur bir insan? Kıyamam ben anama. Hadi, sen geç banyoya ben de masayı
açayım. Yeriz ana oğul. Gerçi bu gün brunch verdiler ama…içim almadı be ana.
Vallahi de iyi oldu işe alınmadığım. Ne o öyle, her gün her gün o açık büfe ve
yığınla yemek…neymiş efendim? Ara sıcak sonra hım…ha bir de latte mi neydi?
Anam, bir güzel de çay demleriz yemekten sonra. Gel keyfim gel. Hem biraz
dinlenir yarınki sınava hazırlanırım. Elbet okul birincisi oğlun bir iş
bulacak. Hem demez misin sen; geç olsun güç olmasın. Ha, böbürlenmesin
yöneticisi sitenin. Onun kızı bankacı olsa ne yazar? Bak, anam bak; kapı gibi
diplomam var hem de iki yabancı dil. Ne demişler hem…’’
‘’Ne demişler oğul?’’
‘’Ananın hayır duasını al gerisini
merak etme Allah’a bırak hem…’’
Yine balla kesecekti ki oğlunun
lafını iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamasıyla zehir olmuştu işte akşam
yemeği.
‘’Kıyamam ben sana anam. Merak etme,
ay sonu gelmeden elbet işe gireceğim sonra da tıkır tıkır ödeyeceğim tüm
faturaları bir de…hah, şu taksit. Aslında apartmana ait o masraf ama…sanki
zengin olacaklar 450 lira ile?’’
‘’Olsun. Verelim. Ben ufak ufak attım
bir köşeye. Yarın da ek bir iş buldum ona gideceğim. Neresinden baksan 250 lira
verirler. Taş atıp da kolum mu yorulacak?’’
Kapının çalması ile kesildi sözleri
bıçak gibi. Kesinlikle bir ihtiyaç hasıl olmuştu kim bilir hangi dairede.
Koşturup tam açtı ki kapıyı Leyla Kadın kimseye rast gelmedi kapıda. Belli ki
yanlışlıkla çalınmıştı kapıları gerçi pek de yanlışlıkla kapılarına gelmezdi
kimse ama. Kapı sesi duyunca seslendi oğluna.
‘’Ben bir çıkayım da girişe apartman
kapısı açık kalmış mı bakayım. İti var uğursuzu var. Allah vere de biri ile
karşılaşmayayım.’’
Muhittin canhıraş bir telaşla kalktı yerinden.
‘’Dur anam. Ben bakarım. Sen zaten…’’
‘’Yo, sen otur oturduğun yerde. Bak
zaten bacağın da şişmiş. Dinlen ki yarına dinç git sınava. Bunca sene ben seni
gözettimse bundan sonra da öyle…’’demesiyle bir hışımla çıkıştı genç adam.
‘’O kadar da uzun boylu değil hani.
Kazık kadar adam oldum. Yok öyle her şeyi sana yığmak, anam. Az süre sonra
herkes görecek nasıl sahip çıkıyor top…Muhittin anasına.’’
‘’Kimse demesin oğluma. Herkes kendi
eksikliğine baksın. Ne olmuş yani; Allah seni öyle yaratmış. Güzel Allah’ım
işine karışılır mı hem bak sen de herkes gibi hem de zıpkın gibi nasıl
veriyorsun hayat mücadelesi. Kolay mı öyle tam burslu okuyup okulu birincilikle
bitirmek. İsteyen vermesin iş. İsteyen kızını da vermesin…’’
Bu sefer kendi yarım bıraktı sözünü
kadın. Dilinde tüy bitmişti ama hala oğlu kendinde illa ki bir eksiklik
arayanları görmezden gelemiyordu.
Ufak tefek arazları da vardı da…ne
olmuş yani; gözlerini ara sıra kırpıp tırnaklarını kemiriyorsa?
Hadi, oğul, aç ocağın altını. Ben bir
etrafı kolaçan edip gelirim. Belli olmaz apartmandakilerin işi. Kim bilir hangi
uğursuz geldi bastı zile?’’
Gecenin kundağını yapmadan ana oğul
görevlerine dört elle sarılmıştı gerçi görev değil bu, bilakis anne-oğul
aşkıydı. Bazen oğul annesine baba bazen anne, oğluna arkadaş oluyordu ve gerisi
de geliyordu bir şekilde.
Yorgun geçen günler. Halsiz bedenler
ve dermansız ruhlar. Nereye kadar diye asla sorgulamıyorlardı ne de olsa
gelecekten ümitliydiler ve kestirme yolda on yıla kadar kendi evleri olacaktı
İnşallah…İnşallah yola koyacaklardı hayatlarını. Gelini olduğunda beraber
oturmayı düşünmüyordu kadın ama oğlu diretiyordu.
‘’Bir de yardımcı tutarım ev işlerine
ve çocuklara.’’
Anası gülüyordu gevrek gevrek:
‘’Kaç çocuk, evlat?’’
‘’En az beş ana.’’
‘’Beşi bir yerde anam. Beş üzüm
salkımı. Beş neşe ocağı. Beş inci. Ama başımın tacı anamdan sonra.’’
Ne kadar yakınsalar da aralarındaki
sevgi ve inanç değil miydi hayatı kundaklayan acının yok sayıldığı hem ne
çıkardı ki hayal kurmaktan?
Bir nida eksik bir nida fazla.
Hep de neşeliydi ana oğul hep de umut
yüklü hep…gerisi gelecekti işte ve onlar da kurtulacaktı bu rutubetli bodrum
katından hele ki astıma yakalandıktan sonra Leyla Kadın kolay olmuyordu hani bu
merdivenleri inip çıkmak yine de ses etmiyordu yoksa anında işine son verirler
ve kış ortası sokakta kalırlardı.
Asla haram lokma geçmemişti de
boğazlarından.
Paranın üstünü beş kuruş bile fazla
verse dükkan sahibi ne yapar eder iade ederdi kadın hem de onca yolu geri
dönüp.
Yorgun geçen günün gecesinde uykuya
dalmadan ev halkı kadın usulca odasına gitti oğlunun. Sandalyesini gardırop
olan kullanan delikanlı bir kez bile isyan etmemişti, neden diye.
Usulca okşadı ceketini bir de ne
görsün ki; kocaman bir dilek pantolonun tam da arkasında aslında
ayakkabılarındaki ıslaklık da gözünden kaçmamıştı da belli etmemişti hani.
Hemen gitti iğne iplik almaya
odasına.
Allah vere de kimse görmemiş olsaydı
bu koca yırtığı bir de ayakkabısındaki o koca yarığı.
Her ayakkabıyı kolayca ayağına
geçiremiyordu delikanlı hem yaptırması da çok zahmetliydi ve bunun için özel
sipariş vermeleri gerekiyordu. Altı üstü ayakkabıydı da…işte altı üstü.
Altı üstü bir kapıcı dairesi. Altı
üstü!
Televizyon bas bas bağırıyordu.
Oğlanın sesi kesilmişti. Bir girdi ki salona kitaplarını okurken uyuya kalan
oğlunu görüp ikiden fazla yaş düştü gözlerinden ve daha çok yaş daha çok
çaresizlik yine de ses etmeden silip gözlerini kapadı televizyonu. Kalın
battaniyeyi almaya odasına gitti yeniden oğlanın. Elindeki iğne, yere düşen
yüksük…çok da yükseklerde olmamıştı gözleri ama işte…altı üstü.
Gece düşüp de gözünden şehrin,
sabahın ilk ışıklarına uyandılar.
Gün öğütmeyi bekliyordu insanı
aslında şehir de öldürmeyi planlıyordu sonra da ümitler kıyıma uğrayacak ve
gece olacak ve ardından gece…
İki satır yazıp kapadı kara kaplı
defterini Muhittin. Şair değildi ama hep karalardı ne zaman aklına düşse ilham
perisi.
Gece uyku arasında yazdığı mektubu
baş ucuna bıraktı kadının.
Gideceği iş görüşmesi Avrupa
yakasındaydı ve saat on olmadan orada bulunmalıydı.
Ütülenmiş giysilerini geçirdi üzerine
ve de tabanı delik ayakkabılarını bir de ne görsün; yemek masasının üstünde
tamı tamamına yetmiş beş lira.
Eli gitmedi.
İçi gitti ama anasına.
‘’Ah, be anam…’’dedi içinden.
Kapıyı kapatırken arkasından keşke
anamın hayır duasını alsaydım dedi de içi pek bir huzursuz süzüldü
merdivenlere.
Gök sakindi.
Şehir sakindi.
Anası mışıl mışıl uyuyordu gerçi o,
öyle sanıyordu ne de olsa kadın gece uykusuz gözlerle kaç Yasin okumuştu
evladına.
Tedirgindi içi delikanlının ama
sebebini de bilmiyordu.
Besmele çekip ilk adımını attı
sokağa. Kafasındaki o mizansen ve gökyüzünün hüznü.
Sahi, gök hep mi hüzünlüydü? Gün hep
mi küskündü?
‘’Oğlum, sen kim bankacılık kim? Şair
olacak adamım ben de…’’hüznünü dağıtmaya çalışıyordu ama sebebini de bilmiyordu
hani.
Yeni doğum yapmış kedi yavrularına
ilişti gözü oğlanın. Anaları yanında değildi hâlbuki.
Pek önemsemedi büyük ihtimalle yemek
bulmaya gitmişti. Sonra tek tek saydı yavruların her birini.
Bir.
İki.
Üç.
Dört.
E, beşinci nerede ki?
Etrafa hızlıca baktı. Merdiven
boşluğunu dikkatlice inceledi. Bir de görsün ki…
Yolun tam ortasında yere serilmiş
uyuyordu beşinci yavru.
‘’Eh,be,oldu mu şimdi? Ya, annen
geldiğinde seni görmezse?’’
Hızlıca ilerlemeye başladı. Ayağı
acımaya başlamıştı. Önemsemedi. Yavaşladı aniden. Sonra kediye seslendi. İyi de
on günlük yavru ne anlardı pisi pisi’den.
Bu kez arkasına döndü ve son hızla
gelen…arabayı henüz fark etmişti lakin sürücü gözünü ayırmadığı cep telefonu
yüzünden asla görmemişti: ne Muhittin’i ne de kucağına aldığı beşinci yavru
kediyi. Anne kedi de olay yerinde yavrusunu aramaya gelmişti. Beşi bir yerde
yavruları nasıl olur da eksilirdi?
Nasıl olur da?
Altı üstü.
Gürültüye uyandı kadın. Pencereden
baksa bile göremezdi.
Söylendi sonra kendi kendine.
Oğlunu bir kez öpmeden göndermişti.
Ah, nasıl uyuya kalmıştı?
Ovuşturdu gözlerini. Yüreğine
çöreklenen huzursuzlukla sarsıldı. Sesler yükselmişti dışarıdan gelen. belli ki
sabah sabah yine olağan üstü bir şey olmuştu şehirde. İşte ne zaman daralsa
yüreği köyünü arzulardı.
Dışarı çıkıp çıkmamak konusunda
kararsızdı. Ona neydi ki olup biten? Diyemezdi ki sonunda bir insanoğluydu
herkese ve her şeye rağmen yufka yüreği ile hayata ve insanlara dört elle bağlı
ve inancı ile kendini evrene ait hisseden ötesinde bunun bilincinde ve sıkı
sıkı kendine ve oğluna merhameti tembihleyen.
Acele ile çıktı merdivenleri
tıkanmıştı.
Apartmanın önündeki kalabalık onu
görünce aniden kesildi uğultu.
‘’Hayırdır kardeş?’’ diye sormaya tam
yeltendi ki…
Yerde yatan biri vardı yoksa iki kişi
mi?
İyi de birisi ufacıktı biri de
besbelli bir insan ve üstleri gazete ile örtülü.
Altı üstü sıradan bir gündü.
Altı üstü cansız bir hatta iki beden.
Sahi, cansızdı değil mi onlar?
İyi de neden mi?
Sormadı.
Zaten kimse durduk yerde cevap da
vermeyecekti.
Altı üstü ümit.
Altı üstü evlat.
Altı üstü altıncı his.
Anne yüreği.
Yığıldı olduğu yere henüz görmeden
gazete kağıdının örttüğü cansız bedeni.
Altı üstü!
Ve bir gazete kağıdı daha getirdi
çevredekiler.
İşte kavuşmuşları yine birbirlerine
üstelik aradan çok da zaman geçmeden ve kurtulmuşlardı o rutubetli bodrum
dairesinden ve yanlarında götürdükleri beşi bir yerde umutlar ve hayaller.
Altı üstü umut.
Altı üstü insan işte.
Altı üstü!