Bazen niçin yaşadığımın girdabı içinde
bocalamaktayım.
Kimi zaman kendimi sorgulamaktayım; “acaba
sorun bende mi” diye? Bu yüzden bildiğim “kendisini gerçekleştirmiş” insanların
tanımını, ruh sağlığı tanımlarını, psikoloji ve sosyoloji lügatlerinde geçen
tüm ilgili sözcükleri, tanımları gözden geçiriyorum.
Hatta Engin Geçtan’ın “Psikanaliz ve
Ötesi”, “Normal ve Normal Dışı Davranışlar” kitaplarını ince ince tetkik
ediyorum.
Doğan Cüceloğlu’nun, “İnsan ve İnsanlar”
kitabındaki kendini tanıma testinden geçiyor, Üstün Dökmen’in, Küçük Şeyler’ini
DERİNLEMESİNE TIRTIKLIYORUM…
Sonra da düşünüyorum, söz konusu kendim
olduğumdan, tarafsız, objektif olmaya özen göstererek, temkinli şekilde hareket
ediyor, nihayetinde ruh sağlığımın yerinde oluğuna kanaat getiriyorum.
Öyleyse sorun nedir?
Neden hayattan tat alamıyorum? Aslında
gerçekleri bildiğim halde söylemeye dilim varmamakta. Çünkü içinde kendimi
aradığım ortamda bir şeyler eksik. Ruhuma şevk veren manevi imgeler kayıp…
Yaşadıklarım, duyduklarım,
hissettiklerim, arzu ettiğim tadı vermiyor nedense. Ruhum, tortusu kalmış yavan
duyumsamalardan yorgun. İçimi nahoş suların terkibindeki kireç kaplamış sanki...
İnsana, türüne özgü özellikleri kodlayan;
gerçek dostluğu, dürüstlüğü, vefayı, sevgiyi, hazzı, sıcaklığı, samimiyeti,
tutarlılığı, dayanışmayı, paylaşmayı, yardımı, güveni, merhameti, paylaşmayı,
güler yüzü, yaşama sevincini vb. özledim.
Bunları yaşayanlara, paylaşanlara,
yansıtanlara gıpta ediyorum. Geçmişte örneklerini çokça görebildiğimiz bu
hasletleri iştiyakla arıyorum.
Komşusundan gelen et kokusunu duyan,
evladına bir parça istemek için giden,
fakat “bu et size haramdır” cevabını duyduğunda, açıklamasını isteyen,
“çucuklarım üç gündür aç, dayanamadım sokakta
ölmüş bir eşekten keserek getirdim, size veremem” sözü karşısında
gözleri yaşlanan, "bu yıl da bizim haccımız bu olsun" diyerek hac
parasını komşusuna vererek, olanlardan bihaber olduğu için, binlerce özürler
dileyen böylesi yürekleri özledim.
Sefere çıkan bir ordunun yorgun, aç,
muhtaç bir ruh haliyle, savaşın getirdiği meşru toleransları bile
kullanmadan, uzun ve meşakkatli
yolculuğa dayanamayarak; geçtikleri bağdan bir salkım üzüm koparıp yemek
zorunda kalan, fakat ücretinin birkaç misli bir akçeyi asmanın dalına bağlayan
askeri özledim.
Bağcının, bağından geçen askerlerin hiç
zarar vermediğini anlayıp, asmanın dalındaki parayı gördüğünde, inanç farkını,
hasım olma duygusunu bir kenara koyarak, böylesi askerlerin ödüllendirilmesini
istemek adına padişaha koşmasındaki “hakkı
teslim” duygusunu özledim.
Durumu öğrenen hükümdarın; “ücretini
bıraksa da izinsiz başkasının malını almak caiz değildir. Böyle bir askerle
zafer kazanılamaz” diyerek o askeri ordudan geri göndermesindeki adaleti ve
takvayı özledim.
Bir bayram sabahı Eyüp Sultan’daki uhrevi
hava içinde cami avlusundaki şadırvandan su içen ak güvercinleri özledim.
İnsan yaşamı ile iç içe olan,
taşlarındaki el emeğinin zarafeti ile içimizdeki ürpertilere nakış olarak
korkularımızı kovan, servi ağaçları ile gerçek yaşamımızda bile göremediğimiz
bir estetikle peyzaj mimarisinin en güzel örneklerini sunan, yaşam kadar gerçek
olan ölümün ürkütücü havasını bertaraf eden, ahirete tatlı tebessümlerle köprü
kuran cami avlularındaki kabristanları özledim.
Padişahlık kavramının zihinlerde
bıraktığı zevk ve sefahat duygularının aksine, aylarca at sırtında çeşitli
meşakkatlere katlanan,
ölümü göze alarak çöllere dalan, niyetinin,
takvasının, amellerinin mükâfatı olarak, Peygamber efendimizin(sav) bizzat çöle
teşriflerini görerek, hürmetle atından inip, edeple takip ederek, ordusuyla
Sina çölünü aşan,
hutbede imamın iltifat olsun diye kendisine
hitaben; “şerefül harameyn” demesine gönlü razı olmayan, müdahale ederek
“hademül harameyn” dedirten, mukaddes emanetlere gereken değeri, ihtimamı
göstererek pay-i tahta taşıyan, bu değerlerin bizlere ulaşmasına vesile olan
ulu kumandanı özledim.
Vasiyetinde, kendisi ile birlikte
sakladığı bir çekmecenin de gömülmesini isteyen Muhteşem Süleyman’ın
şeyhülislamı, “bakmamız lazım caizse gömülsün” demesi üzerine açılan çekmeceden
kendi fetvalarının çıktığını gördüğünde; “sen kendini kurtardın, benim halim
nice olur” dedirten bir padişahın adaletindeki titizliği özledim.
Mukaddes değerler adına cihada bayram
havasında giden, şehitliği en yüce bir makam olarak özümseyip, ölümle barışık
yaşayan serdengeçtilerin, son nefeslerinde kendilerine verilen suyu içmek üzere
iken bir başka yaralının “su “ demsine dayanamayıp “ona götür” diyen, suya kanamadan
şehadet şerbetini içerek, arkadaşını kendine yeğlemesindeki merhameti, asaleti özledim.
Fakrı zaruret içinde, kendisinden daha
donanımlı ve fazla olan düşmanla mütevazı silahları ile mücadele ederken,
mevziden çıkarak hücum eden arkadaşının vurulmasını gören Anadolu evladının
dayanamayarak yanındakilerin “gitme sen de vurulursun” demesine aldırmayarak,
makineli tüfek yağmuru altında koşan; duru, temiz, yürekli vatan evladının
arkadaşını kucaklamasındaki ahde vefayı, vurulan arkadaşının son nefesini
verirken “geleceğini biliyordum” sözündeki minneti, teşekkürü, Çanakkale
geçilmez destanına imza atan gizli kahramanları
özledim.
Binlerce kere kendisinden miktar, silah ve imkan bakımından üstün düşmana karşı
korkmadan, yılmadan, dinlenmeden, tam bir teslimiyet içinde kendi vatanını
koruma uğruna ölüme tebessümle karşı koyarken, vurulan düşman subayının
feryatlarına dayanamayarak kurşun yağmuru altında koşarak kucaklayıp sipere taşıyan Mehmetteki merhameti, asaleti
özledim.
Özledim…
İnsanlığı… vefayı… karşılıksız sevmeyi…
hoşgörüyü… merhameti… affetmeyi…acımayı…kendimizle barışık olmayı… tebessümü…
masumiyeti… sadeliği… mütevazılığı… vakarı… alçak gönüllü olmayı… bağışlamayı… hatırlamayı…
paylaşmayı… “biz” demeyi…dayanışmayı…empati yapmayı… dostluğu… kin tutmamayı…
“Kim olursan ol yine gel” diyen
gönülleri,
“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil …” diyen dilleri özledim.
Akbulutlara binerek giden güzel insanları…
nadide günleri… Güzel olan her şeyi…
En çok da özlemeyi… ÖZLEDİM…
Sevgiyle kalın…
Seyfettin Karamızrak