Adını Unutan Kadın-2

Oda, beyazın en soluk tonlarında boyanmış, steril ve ruhsuzdu. Her köşede hastalığın ve yorgunluğun ağır kokusu vardı. Antiseptik temizlik, ilaçların keskin tadı ve arada bir monitörün bip sesiyle boğuluyordu. 

Pencereden giren soluk gün ışığı, gri duvarlara çarparak cansız bir parıltı yayıyordu. O ışık, hiç ısınmıyor, Vedia’nın içindeki buzları eritemiyordu. Sokak köşelerinde unuttuğu hayaller vardı. 

Bir zamanlar elinden tutulmayı bekleyen, şimdi ise pusun içinde boğulan eski umutlar. Her şey fulüydü; geçmiş, gelecek ve şimdi. Sis, gözle değil ruhla görmesini istiyordu—ve o ruh artık karanlıkta yürümeye alışmıştı. Çevresinde tanıdık hiçbir yüz yoktu. 

Hemşireler aceleyle gelip geçiyor, hasta odasındaki yalnızlığını pek umursamıyor gibiydi. Polonya dilindeki anlaşılması güç cümleler, onun kulaklarında yabancı bir ses gibi yankılanıyordu. Etrafındaki insanlar ona yabancıydı; tıpkı kendisi gibi gurbet ellerde, kimliksiz, sessiz bir varlık. Bu soğuk duvarlar arasında, 

Vedia’nın yalnızlığı bir kat daha büyüyordu. 

Hem bedenini kemiren hastalıkla hem de kalbinde açılan derin yaralarla mücadele ediyordu. Bedenini kemiren hastalık, yalnızca hücreleri değil, kimliğini de sindiriyordu. İçeriden başlayarak, moleküler düzeyde bir ihanetle... Tıpkı bir sabrın son kıyısında duran sabunsuz su gibi, doku doku çözülüyordu varlığı. 

İlk belirtiler sessizdi. 

Zamanla organlar arasında bir fısıltı hâline geldi bu hastalık; lenf sisteminde yankılanan habersiz bir düşman gibi, bağışıklığın kalkanlarına çarpıp onları tanımazlıktan geldi. Hücreler, birbirini tanımayı bıraktı — artık bedenin içinde “ben” ve “yabancı” arasındaki sınırlar bulanıktı. Metabolizması, bir savaş alanına dönmüştü. Her bir alyuvar, hayat taşımakla değil, yıkımı seyretmekle meşguldü artık. Damarlarının içinde ağır ağır dolaşan kan, taşıdığı oksijenin bile kime yarayacağını bilemeden, hücreler arasında başıboş dolanıp duruyordu. Kemik iliği bile sessizce çekilmişti görevinden. Yenilenmesi gereken ne varsa gecikmiş, enfeksiyona açık, zayıf, kırılgan bir organizmaya dönüşmüştü. Derisi incelmişti; sanki altındaki çığlıklar dışarı sızmak istiyordu.

Bu hastalık dışarıdan görünmüyordu. Cilt altı sessizdi, saçlar yerindeydi, dudaklar hâlâ kan taşıyordu. Ama içeride, mikroskobik bir ihanet çoktan başlamıştı. Hücreler, birbirlerini tanımaz olmuştu. Bağışıklık sistemi—normalde düşmana karşı set kuran savunma hattı—şimdi dostla düşmanı ayırt edemez hâlde, kendi dokularına karşı savaş açmıştı. Lenfositler, bir zamanlar korumakla yükümlü oldukları organlara saldırıyor; karaciğerde, bağırsakta, kemik iliğinde küçük yangınlar başlatıyorlardı. 

Bu, bedenin kendi kendine açtığı bir iç savaştı. Görünen hiçbir belirti yoktu başta. 

Ne yüksek ateş ne ciltte döküntü ne de şiddetli ağrılar… Belirtiler ancak göz kapaklarının ardında, gece uykunun kenarında, sabaha karşı uyanılan anlamsız bir yorgunlukla baş gösteriyordu. Tıpkı yavaş yavaş çürüyen bir kitap gibi… Sayfaları hâlâ yerindeydi ama içerik bozuluyordu. Sinir uçları, iletim görevini aksatıyor; en basit refleksler bile gecikmeli çalışıyordu. Kaslar, emirleri duyuyor ama cevap veremiyordu. Beyin, istemsiz bir pusun içinde, ağrısız ama karanlık bir boşluk yaratıyordu.

Tahlil sonuçları normal sınırdaydı bir süre. MR görüntüleri sükûnet içindeydi. Ama her “iyi görünüyorsun” diyenin ardından daha da kötü hissediyordu. Çünkü en büyük işkence, acının inkâr edilmesiydi. Acının kendini kontrol etmesiyle ilgiliydi. Beden alarm veriyor, ama görünür değildi. Hasta, hastalığını taşırken aynı zamanda onu ispat etmeye de çalışıyordu. Çünkü bu hastalık, dışarıdan görünmüyordu.

Toplumun görmek istedikleriyle bedenin yaşadıkları arasında bir uçurum vardı. İnsanlar yalnızca kanamayı, kırıkları, amputasyonları fark ediyordu. Oysa bu hastalık, içerden kemiriyordu; bir tür görünmeyen erozyon gibi, organları değil önce kişinin "varlığını" eritiyordu.

Sonunda aynaya bakmak bile iki gerçeklik arasında kalmak demekti. Biri hâlâ hayattaydı, diğeri çoktan çürümeye başlamıştı. Çünkü ağrı, seni olduğun yere çivileyen bir gerçekti. Ama insanlar o çiviyi görmüyorsa, sen yalnızca "abartıyorsun"du. 

“Geçer. İyi görünüyorsun.” diyorlardı. Oysa görünmek başka şeydi, parçalanmak başka.

Vedia her sabah aynada kendini tarıyordu—bir dedektif gibi, bir suç mahallinde iz arar gibi. Yüzünde yorgunluğun gölgesi vardı. Göz kenarları daha çökmüştü. Ellerini sıkınca hâlâ titriyordu parmakları. Ama kimse bunları fark etmiyordu. Ve işte o görünmezlik, fiziksel ağrıdan daha fazlaydı artık. Çünkü yalnızca beden değil, varlık da yok sayılıyordu.

O yürürken, dünya normalmiş gibi davranıyordu.

...

Devamı Var

....

( Adını Unutan Kadın-2 başlıklı yazı KOCAMANOĞLU tarafından 23.09.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu