
Yolumun
Yönünü Anlamaya Çalışıyorum
İçimde bir hesap kapanıyor, ama rakamlar hâlâ dönüp duruyor. Her biri eksik, her biri yorgun... Sanki bir terazideyim; bir kefede geçmişin ağırlığı, diğerinde geleceğin belirsizliği. Dengede değilim. Hep biraz aşağıdayım. Bir aygıt olmayı düşlüyorum bazen. Net, sade, işe yarar. Ama içimdeki devreler suskun. Enerji yok, yön yok. Bir köşeye bırakılmış gibiyim; çalışmayan bir mekanizma, unutulmuş bir parça. Rüzgârın uğultusunu dinliyorum. Belki bir gün, o uğultu beni harekete geçirir. Belki dönerim, belki üretirim. Ama şimdi, yalnızca bekliyorum. Sessizlikte, kanatlarım hareketsiz. Yükseklerde bir şey var. Belki bir dağın doruğunda, belki bir düşte... Orada, içimdeki sonsuzluk saklı... Ve ben, insan olmanın ne anlama geldiğini tartışıyorum kendimle. Bir ayrıcalık mı bu, yoksa bir yük mü? Cesaret mi ister, yoksa sabır mı?
Her
kimliğe bürünebilirim. Her role girebilirim. Ama en çok, hiçbir şey olmamanın halini
sevmiyorum. Sürgün edildiğim bu hayatta, gideceğim yerlerin özlemiyle
yaşıyorum. İçimde bir bekleyiş var. Kendime. Çünkü ben, kendimin yansımasıyım.
Ve bu yansıma bozulduğunda, tövbe etmekten başka çarem kalmadı. Ama geri dönüş
yok. Eski ben, artık bir hayal. Bir yolculukta, bir çiviyim belki. Saplanmış,
unutulmuş. Birileri sökmeye çalıştı, ama daha çok zarar verdiler. Belki de
çözüm, yerinden çıkarmakta değil; o çiviyi hiç çakmamaktaydı…Hayat, hep
zorunluluklarla dolu... Hisler bile görev gibi. Ve ben, eksilen bir sayı gibi
hissediyorum kendimi. Oysa bir zamanlar tamdım. Çocukken. Güneşin altında
koşarken... Sonra bir şey oldu. Bir kırılma. Bir yangın. Yeniden doğmak
istemedim, ama küllerimle baş başa kaldım.
Yaşadığım yer, bir geçit gibi. Herkes gelip geçiyor. Duvarlar daralıyor. Kimse nedenini söylemedi, ama ben hep sorguladım. Belki baştan deselerdi: “Sen bir gölgesin,” daha kolay kabullenirdim. Zamanla eksildim. Kanım aktı, ama durmadı. Noktayı koyamadım. Cümlelerim hep yarım kaldı. Belleğimde birikmiş kelimeler var; kullanılmamış, unutulmuş. Ve bir ses, içimdeki boşluğu ihbar ediyor. Sıfıra ulaşamadım. Hâlâ bir şeyler eksik. Bir bodrumdayım sanki karanlık, nemli, yalnız. İçimdeki sinirler kemiriliyor. Sistem çöküyor. Ve ben, sonsuzluğa doğru sürükleniyorum. Hayatta kalmak bir savaşsa, ben bu savaşın ortasında, silahsızım. Birileri alay ediyor belki: “Bu ne çelişki?” Ama ben ne açım, ne tok. Sadece yorgunum. Bir gün, tam bir sayı olursam, ne artı ne eksi kalacak. O zaman, başımdaki işaretler anlamını yitirecek. Ruhum, bedenimden ayrılacak. Ve ben, yeniden başlayacağım. Patlakları onarıp, yola devam edeceğim.
Bir yer var içimde, haritada işaretli adını bildiğim. Oraya yürüdükçe eksiliyorum. Her adımda bir parçam dökülüyor; bir düşün kenarından sarkar gibi, tutunamadan. Ama hâlâ yürüyorum. Çünkü durmak, daha ağır bir çöküştür bazen. Kendi içime dönüyorum. Orada, bir arşiv var: kırılmış cümleler, yarım kalmış niyetler, unutulmuş sesler. Hepsi bir dosyada bekliyor. Açmaya cesaret edemediğim klasörler gibi. Ama bir gün, belki bir gün, o belgeleri tek tek okuyacağım. Ve belki o zaman, kendimi yeniden tanıyacağım. Bir makine gibi çalışmak istedim hep. Duygusuz, düzenli, verimli... Ama içimdeki devreler duygularla dolu. Her titreşim bir hatıra, her kıvılcım bir özlem... Ve bu yüzden, hiçbir zaman tam çalışmadım. Hep bir yerim eksik kaldı.
Rüzgârın
yönünü anlamaya çalışıyorum. Bazen içimden geçiyor, bazen dışımdan. Ama ne
zaman yelkenimi açsam, ya rüzgâr kesiliyor ya da yön değiştiriyor. Yine de
bekliyorum. Çünkü beklemek, bazen en büyük hareket biçimidir. Yükseklerde bir
şey var. Belki bir çağrı, belki bir yankı… İçimdeki boşluğu dolduracak bir ses.
Ama o ses, hep biraz uzakta. Hep biraz sonra... Ve ben, o “biraz”ın peşinden
sürükleniyorum. Kendimi bir çivinin yerinden sökülüşü gibi hayal ediyorum.
Yavaş, acılı, ama gerekli... Çünkü bazen tutunduğun yer, seni en çok inciten
yerdir. Ve bırakmak, iyileşmenin ilk adımıdır. Çocukluğum bir bahçeydi.
Güneşli, neşeli, kokulu… Şimdi o bahçeye dönmek istesem, yolunu bulamıyorum.
Çünkü o bahçe artık bir hatıra değil; bir özlem. Ve özlemler, geri dönülmez
yollardır.
Bir
odadayım. Tek göz, dar, kalabalık olmayan bir odanın içindeyim. Herkes gidiyor,
ben kalıyorum. Duvarlar konuşmuyor ama üzerime geliyor. Ve ben, bu sessizliğin
içinde kendi sesimi arıyorum. Belki bir yankı bulurum. Eksiliyorum. Ama bu
eksilme, bir yok oluş değil. Belki bir dönüşüm. Belki bir sadeleşme. Çünkü
bazen, en ağır yük kendi fazlalıklarındır. Bir bodrumdayım. Nemli, karanlık,
sessiz... Ama orada bile bir yaşam belirtisi var: bir kıpırtı, bir ses, bir nefes.
Ve ben, o nefesi takip ediyorum. Belki bir çıkış bulurum. Belki bir ışık... Savaşmıyorum
artık. Direnmiyorum. Sadece akıyorum. Çünkü bazen, en güçlü duruş,
teslimiyettir. Ama bu teslimiyet, bir vazgeçiş değil. Bir kabul. Bir barış. Ve
bir gün, belki bir gün, tam bir sayı olurum. Patlakları onarır, yola devam
ederim.
Bir ses var içimde, ne tam bir çığlık ne de fısıltı. Arada kalmış, kararsız. Bazen bir kelimeye dönüşüyor, bazen sadece bir titreşim. Ama hep orada. Susturulamayan, unutulmayan. Adımlarımın izi yok. Yürüdüğüm yollar, kendini silen haritalar gibi. Her adımda biraz daha kayboluyorum, ama garip bir şekilde bu kayboluşta bir yön buluyorum. Belki de yön, kaybolmanın içindedir. İçimdeki mekanizma, paslanmış bir saat gibi. Tik takları bozulmuş, zamanı ölçemiyor artık. Ama hâlâ dönüyor bir şeyler. Belki zaman değil, belki sadece hatıralar. Belki de içimdeki kırık dişliler, geçmişi öğütüyor sessizce.
Bir pencere var önümde. Dışarıda rüzgâr, içeride bekleyiş... Camın buğusunda parmak izlerim var; silinmiş, ama hâlâ görünür. Her iz, bir soru: “Ne zaman döneceğim kendime?” Yükseklerde bir ışık yanıyor. Uzak, ama sabit… Ona bakınca içimde bir şey kıpırdıyor. Belki umut, belki sadece alışkanlık... Ama o ışık, her gece aynı yerde. Ve ben, her gece ona biraz daha yaklaşıyorum. Bir çivinin yerinden çıkışı gibi, kendimi söküyorum hayattan. Yavaşça, iz bırakmadan... Ama her söküş, bir iz bırakıyor. Derin, görünmez, ama kalıcı. Ve ben, o izlerle yeniden yazıyorum kendimi.
Çocukluğumun sesini arıyorum. Bir kahkaha, bir şarkı, bir düş. Ama sesler uzaklaştı. Geriye sadece yankılar kaldı. Ve ben, o yankılarla konuşuyorum şimdi. Onlar cevap vermiyor, ama susmuyor da. Odam daralıyor. Duvarlar yaklaşırken, içimdeki boşluk genişliyor. Dışarısı küçülüyor, ama içim büyüyor. Belki de bu yüzden hâlâ sığıyorum kendime. Belki de bu yüzden hâlâ taşıyorum yükümü.
Eksilmek, bir yok oluş değil. Bir dönüşüm. Bir sadeleşme. Fazlalıklarımı bırakıyorum geride. Her terk, bir hafifleme. Her kayıp, bir yeniden doğuşun habercisi... Bodrumda bir ışık yanıyor. Zayıf, titrek, ama gerçek... O ışık, içimdeki karanlığa meydan okuyor. Ve ben, o meydan okumayı izliyorum. Belki bir gün, o ışık büyür. Belki bir gün, karanlık geri çekilir. Artık savaşmıyorum. Direnmiyorum. Sadece var oluyorum. Bu varoluş, bir sessizlik değil. Bir kabul. Bir barış. Kendimle, geçmişimle, eksiklerimle... Vesselam.
Mehmet
Aluç