
Yaşama Absürt Bakmanın Yükümlülüğü ve Duvarla Konuşan Şikâyet
Uzmanları
Efendim, bir yere ait olma meselesi, öyle doğum kâğıdında
yazan adresle falan çözülecek iş değil. Bu, tamamen duygusal bir tiyatro, bu
tiyatronun iki ana karakterini sahneye çıkarıyor: Suskun Yabancı ve Sızlanan
Yerli.
Bir yere yabancıyken, tavrınız hemen bellidir: Susarak dinlersiniz
(çünkü aksanınızın rezil olacağından korkarsınız) ve sürekli kafanızı sağa sola
çevirerek bir şeyler anlamaya çalışırsınız. Sizi görenler, "Bakın, ne
kadar saygılı, ne kadar meraklı!" der. Oysa siz, o eski duvarın üzerindeki
sarmaşığa bakarken aslında şunu düşünüyorsunuzdur: "Allah aşkına, bu
sarmaşık organik mi, yoksa geçen hafta bir tiyatro dekoru diye mi
yapıştırdılar?"
Yabancı, o mekânın ruhunu bir Netflix belgeseli gibi izler.
Acı çekenleri görür, gidenlerin trajedisini duyar ama bunların hiçbiri onun kredi
kartı ekstresine yansımaz. O, duygusal bir kayıt cihazıdır. Tüm veriyi toplar,
"çok enteresan" der, ama o veriyi işleme yükümlülüğünü taşımaz. Bu,
neşeli bir mesafedir; çünkü kalbiniz henüz o şehrin vicdan borcuna kefil
olmamıştır.
Asıl komedi, yerli olduğunu iddia edip, yabancıdan beter
davrananlarda başlar. Sizin de bildiğiniz gibi: Gidenlerin bıraktıklarına sahip
çıkılamadığından yakınır; sanki buralı değil, burada yaşamanın hiçbir
yükümlülüğünü taşımıyorcasına bir eda takınır.
Bu bir nevi "Şikâyet Uzmanı"dır. Elinde sürekli bir
"eski güzel günler" listesi vardır. Oysa ona sorsanız, çocukluğunun
geçtiği o tarihi evin restore edilmesi için bir Pazar gününü ayırır mı? Hayır!
O gün, kesinlikle AVM’ de yeni çıkan kahve makinesini incelemesi gerekiyordur.
Bu yerlinin sızlanması, aslında bir korunma kalkanıdır. O,
kendi kayıtsızlığını ve tembelliğini gizlemek için sürekli başkalarını suçlar.
"Bizim elimizden ne gelir ki? Her şeyi mahvettiler!" derken, aslında "Benim
cumartesi uykumdan uyanıp bu harabeyle uğraşacak enerjim yok" demek
istiyordur. Gidenlerin bıraktıklarına sahip çıkamama yakınması, onun için bir sosyal
statü sembolüdür; çünkü "düşünen, entelektüel" bir duruş
sergilediğini sanır. Oysa komik olan şudur: O sızlandığı binanın yıkılışını
izlerken elinde tuttuğu cep telefonu, muhtemelen o binadan daha eskidir!
Peki, burada yaşamanın o absürt bakış açısıyla insanın
yükümlülüğü nedir? O, mantık dışı bir eylemdir: O toprağın dertleriyle duygusal
bir ilişki kurmak mıdır? Bu, bazen bir duvara yaklaşıp, "Sahi, sen kaçıncı
Osmanlı Padişahını gördün? Çok yorulmuşsun, değil mi?" diye fısıldamak
anlamına gelir. Bir yabancı bunu yaparsa deli derler, ama gerçek yerli bunu
yapar çünkü bilir: Bir şehre ait olmak, onunla delirmeyi kabul etmektir.
Yükümlülük, şikâyet etmek yerine, o eski bakkal amcanın
yüzündeki çizgilerin ne anlattığını gerçekten dinlemektir. Bu, kayıtsızlığın o
soğuk cüppesini çıkarıp, yerine "Ben buranın hem delisi hem de
dertlisiyim" yazan, biraz yamalı ama sıcacık bir hırka giymektir. İşte o
an, ne yabancı ne de sızlanan yerli kalır. Sadece, yaşadığı yerin hem geçmişini
hem de geleceğini ciddiye alan, neşeli bir sorumlu kalır. Bu da, hayatın en
büyük, ve en güzel yükümlülüğüdür, vesselam.
Mehmet Aluç