“Ya Rüya Değilse”
Hüseyin, gençliğinin taze hevesini yorgunluğunun üzerine giymiş gibiydi. Göreve başlayacağı okula ulaşmak için kat ettiği uzun yolun ardından ayakları sızlıyor, gözleri yanıyordu; ama içinde kıpırdayan heyecan, bedenindeki ağırlığı silip süpürüyordu. Nihayet kendi sınıfı olacaktı. Kendi öğrencileri. Kendi idealleri…
Okulun pencerelerine vuran rüzgârın uğultusu eşliğinde, müdürün odasında yaptığı kısa görüşme de hevesini söndürememişti. Müdür, yüzündeki bezginlikle neredeyse aynı kalıptan çıkmış gibi görünen cümleler kurmuştu:
— Hüseyin hocam, meslekte yenisiniz. İdealleriniz olabilir, olmalı da… Ama size vereceğimiz sınıf, ne yazık ki hayal ettiğiniz o düzenli, pırıltılı sınıflardan biri değil. Çocuklar… eh, pek çocuk gibi değil. Zorbalık değil kastım; daha çok… daha çok hayat yükü taşıyorlar. Nerede duracağınızı, nerede susacağınızı iyi bilin. Her şey umduğunuz gibi ilerlemeyebilir.
Hüseyin, kafasını sallayıp çıkmıştı odadan. Kendi kendine, “Ben hallederim,” demişti. Belki de öğretmenliğe inancın en saf hâli buydu: Sorun ne olursa olsun, bir öğretmenin sevgisi, ilgisi ve sabrı her şeyi değiştirir sanmak.
Sınıf kapısının önüne geldiğinde kalbi hızlandı. Kapıya doğru eğilip kulağını dayadı. İçeriden tek bir kıpırtı dahi duymadı. Sessizlik. Ne bağırış ne gürültü… Sanki sınıfta kimse yoktu. “Demek ki uslu bir sınıf,” diye düşündü; müdürün söyledikleri abartı olmalıydı.
Kapıyı ağır ağır araladı.
Ve dünya bir anda anlamını yitirdi.
Sıralarında oturan irili ufaklı çocuklar, sanki insan olmaktan çıkmıştı. Bazıları başlarını kitaplarına gömmüş, ağızlarından tuhaf kişneme sesleri çıkarıyor; omuzlarından sırtlarına doğru uzanan yeleleri sallanıyordu. Boyunlarında eyerler, gözlerinde at gözlükleri vardı. Sanki eğitim hayatının görünmez kırbacı, gerçek bir iz gibi sırtlarına kazınmıştı.
Orta sırada, kilolu bir çocuk vardı. Ağzı bir ileri bir geri gidiyor, parmakları dudaklarının kenarında “nefis olmuş” işareti yapıyordu. Çenesinin hemen dibindeki yağ birikintilerinin arasında yutkunma hareketi kayboluyor, çocuğun gözlerindeki boşluk kâğıt gibi bembeyaz duruyordu. Geviş getiriyordu. Hem de utangaç bir sevinçle.
Sınıfın en arkasında oturan çocuğu gördüğündeyse Hüseyin’in boğazı düğümlendi. Çocuk siyah değildi; karanlıktı. Gecenin içinden kopup gelmiş gibi. Bedeni kapkara, gözleri karanlığın içindeki iki delik gibiydi. Parmaklarıyla yüzünü, omzunu, kollarını korumaya çalışıyor; sanki görünmez bir el her an ona vuracakmış gibi tetikte duruyordu. Çocuk nefes aldıkça, vücudundaki morluklar hafifçe titriyor, acı canlıymış gibi kıpırdıyordu.
Duvara yakın sıralarda oturan üç kız, yaşlarına hiç uymayan ağır makyajlarıyla bir köşeye sıkışmış gibiydiler. Dudaklarındaki ruj taşmış, yüzlerindeki allık tokat yemiş gibi dağılmıştı. Ama en kötüsü, gözyaşları yanaklarından akarken gülümsemeye devam etmeleriydi. Sanki her an bir kameranın karşısındaymışlar gibi poz veriyorlardı.
Arka sıralarda ise iki iri öğrenci ağır çuvallar taşımaya çalışıyor, omurgaları yükün altında eziliyor, nefesleri kesik kesik çıkıyordu. Çuvallar öyle ağırdı ki başlarını kaldırıp ileriye bakamıyorlardı. Hafifçe eğildiğinde çuvalların içini gördü: Yarısı ekmekle, yarısı faturalarla doluydu.
Hüseyin, sınıfın ortasında kalakaldı. Boğazında soğuk bir düğüm oluştu. Sanki rüyada gibiydi.
Derken bir adım attı; yere basışı yankılandı. Çocukların davranışları bir anda keskinleşti. Arka plandaki uğultu, görünmez bir anlam kazandı.
İlk olarak at gözlüklü çocuklara yaklaştı. Sırtlarındaki kırbaç izlerini görünce yüreği sıkıştı. Yan masadaki bir öğrencinin cetvelini fark etti. Tereddüt etti. Yapacağı şeyden nefret ediyordu ama başka türlü konuşmayacaklarını biliyordu. Cetveli, hafif ama duyulacak bir şiddetle çocuklardan birinin sırtına indirdi.
Çocuk anında tepki verdi:
— Anne kızma! Bak çalışıyorum! Mehmet’i geçeceğim…
— Baba, söz, Nuran’dan daha çalışkan olacağım…
— Teyzemler çatlasın diye çalışıyorum, tamam işte, kızma!
Kilolu çocuğa yaklaştı. Kahvaltıda aldığı jöleli keki cebinden çıkarıp çocuğun ağzına uzattı. Çocuk neredeyse refleksle keki kaptı ve konuşmaya başladı:
— Çok güzel olmuş anne… hepsi nefis… hepsini yiyeceğim… kızma…
Bu kez karanlık çocuğa döndü Hüseyin. Çocuğun gözlerinin içi titriyordu. Morlukların üzerindeki derisi soluk alıp veriyor gibiydi. Hüseyin, elini ağır çekimde yukarı kaldırdı; sanki vuracakmış gibi.
— Vurma baba!
— Ben yapmadım… top oynarken… oldu… ne olur vurma!
Ardındaki çuval taşıyan çocuklara çarptı. O anda ikisi de aynı anda konuşmaya başladı:
— Ekmek… fatura… yırtık ayakkabı… kardeşler… işe geç kalacağım… annem hasta…
— Babam kızar… para… haftalık gitti… iddia kuponu… televizyon… gürültü… ödevler…
Makyajlı kızlara döndüğünde, cebinden telefonunu çıkarıp kamerayı açtı. Kızlar kırılmış porselen bebekler gibi yüzlerini kameraya çevirdi:
— Evet arkadaşlar… bugün anne-kız makyaj yapıyoruz…
— Anne biraz daha allık sürsene, Merve’den güzel olayım…
— Aşık olduğum çocuktan bahsedeceğim bugün… annem daha güzel görünmemi istedi…
Artık dayanacak gücü kalmamıştı. Bağırmaya başladı:
— İstemiyorum! İstemiyorum! İstemiyorum!
Bir el omzunu sarstı.
Öğretmenler odasında gözlerini açtığında Mithat hoca endişeyle ona bakıyordu.
— Hocam iyi misiniz? Güzelce sohbet ediyorduk ne ara uyudunuz? Kabus mu gördünüz yoksa?
Hüseyin derin bir nefes aldı. Kravatını gevşetti. Alnındaki teri sildi. Kalktı ve sınıfa doğru yürümeye başladı. Müdürün sözleri yeniden zihninde yankılandı.
Kapının önüne geldiğinde kulağını yavaşça kapıya dayadı.
Sessizlik.
Tıpkı rüyadaki gibi.
İçini bir ürperti kapladı.
— Ya rüya değilse?
Mahmut UZUN