Miyuki, iradesi dışında, bilinçaltının emirleri doğrultusunda, trenin kucağında, bilinmeyen bir yöne doğru gidiyordu.
Sonsuza uçan bir kuş gibi; rast gele gidiyordu. Umutsuzluk, amansız bir hastalık gibi; bedenini sarmıştı. Anlamsız, hesapsız ve sorumsuzca yaşamak istiyordu. Bencillik, damarlarında doludizgin koşan atlar gibi; başıboş dolaşıyordu.
Kapıyı çarpıp çıkmıştı. Dayanamamıştı. Tükenen sabrına dur diyememişti... "Yetti be" demişti de, duyan bile olmamıştı.
Kimsesizliğin ayazında yaralı bir kuş gibiydi. Adına evlilik denebilirse; evliydi. “Makul bir evi ve çocukları olmasına rağmen; hayattan daha fazla ne bekliyor” diyenler olabilirdi?
Bileti alarak başlayan, her şeyden kaçış, nerede ve nasıl bitecekti? Bilmiyordu. Bilemiyordu! Herhangi bir şehirde inivermek gibi; bir hedefi de yoktu. Geçen zamanın, geçilen istasyonların, gidilen yolun bile; farkında değildi.
Miyuki, görünüşte makul ve olgun bir kadın olmasına rağmen; asla mutlu ve mesut olamamıştı. Kocası içkinin erkekliğini öldürdüğünü anladığı halde; erkekliğinin ölümüne üzülmeden, neden o kadar çok içtiğini bir türlü anlayamıyordu. Bu çok kötü bir kısır döngüydü. İçmediği zamanlarda hiçte fena değildi oysa…
Aldatılmışlık, itilmişlik, ikinci plâna atılmışlık, bir başkasından daha az beğenilmiş olmak, yetersiz bulunmak gibi aşağılayıcı nedenler evliliği adım adım yıkıma doğru sürüklüyordu.
“Çocuklarım yüzünden ayrılmaya cesaret edemiyorum” diyordu. “Kendimden çok onları düşünüyorum” diyordu. Kusur aldatılanda olsa bile, bunu kabullenmesi olası değildi. Kocası kendini defalarca aldatmasını kabullenmediği halde, bu güne kadar; çabalarının hiç biri onu düzeltmeye de yetmemişti. Düşünceleri ve temennileri bir umuttan öteye de gitmemişti. Hatta zaman zaman yalvarma ve yakarmaları, sanki onu biraz daha serkeşleştirmişti.
Kaç defa, karşılık olsun diye, onu aldatmayı düşlemişti ama bir türlü cesaret ederek uygulayamamıştı. Bu arada, arzu ettiği cinsel doyuma ulaşamıyordu. İki insanı bütünleyen, sahiplenme duygularını perçinleyen, ilişki değil miydi? Aldatmak sonuçları itibarıyla acı da olsa; içinde bir değişiklik, bir macera ve anlatılması zor bir gizem saklamıyor muydu?
Birçok kadın gibi, karanlık gecelerin ardından, pembe sabahları beklemez miydi? Işık demetleri arasında alabileceği sevgi mesajları; sevinçlerin kaynağı olamaz mıydı? Sevgisini tabiata serpmenin heyecanını; yüreğinde duyamaz mıydı?
Ne zaman; eflatun akşamlardan, altın sarısı tüller çekilen bir sabahta bulacaktı kendini? Durmadan kendini hesaba çekiyordu. Gergin düşünce ve duygularını kartallar gibi; zirvelere salıyordu. Bir türlü, hedefe ulaşamıyordu.
İç âleminde; göklerden yıldızlar boşanıyor, hasret meralarında sorumsuz genç taylar koşuyor, erguvani karanlığı; karşılıklı öten kumru sesleri deliyordu. Genç kızlığında gelinlik gibi gördüğü; ak güvercinler, hep rüyalarını süslemişti... Adeta kaybolmuş hatıraların ötesinde; dağ ve tepe, pagoda ve diğer kutsal mekânlar, gül ve bahçe, ocak ve ateş, masal ve efsane, tatlı bir burukluk gibi çöküyordu bedenine...
“Sessiz bir gecenin koynunda dinlenen gonca gül, bahçede saklanan çiçek ve sen ey gönlüm, yepyeni bir güne hazır ol” diye söylendi.
“Gözlediğim ay, özlediğim gün doğarsa, kırık gönüllerde zambak açarsa, kirpiklerden süzülen damlalar şebnem olursa; ızdırabım bile çiçek açacaktır” diyordu.
“Mutluluğun tadını duymak, duyurmak istiyorum...” derken, sesi dalga dalga ruhunda yankılanarak umuda yolculuk dolu daireler çiziyordu... Yarası üzerinde gizli bir körük yelpazeleniyor, tozu gözünü, közü yüreğini yakıyordu. Titreyen yüreğinde, yitip giden sevgileri de kendisi ile birlikte ağlıyordu.
Acılarını; ıssız gecelerin karanlıklarına göme göme bitirememişti. Çevresinde devrilen çamların, yanan ormanların, vurulan ceylanların, kirletilen duvarların, horlanan insanların, sevgiden yoksun bırakılmanın acısı, kanı durmayan bir yaraya dönüşüyordu. “Nasıl bir yürek taşıyorlar?” diyordu...
...Devamı var...
Km-121204