4. KURMAY SUBAY
A. AKADEMİK STAJ
Bu defa imtihanlara sıra gelmişti. İmtihanlarda, daha ziyade Hava Taktik ve lojistik sorularının çıkacağını tahmin ediyorduk. Lojistik konularını çok iyi bildiğime göre, fazla endişeli değildim. Ama adı üstünde yine imtihandı. İmtihan sonunda, soru-cevap kağıdını verdikten sonra rahat etmiştim. Neticeyi öğrenmek için bir hafta on gün beklememiz gerekiyordu. Beklemek de zordu ya!......... Nihayet, neticeler gelmiş, 30 Ağustos'da diplomalarımızı almıştık. Diplomaya göre: iyi dereceyle kurmay olmuştum. Derecem ise 11/20 , yani yirmi kişi içinde 11nci idim..
Senelik iznimi kullanacaktım. Bu zaman zarfında, Ankara’da ev bulmam, buradaki evi boşaltıp, Ankara’ya taşınmamız gerekiyordu. Cevizli dinlenme kampında da yer ayırtmıştım. Kampta dinlenirken tayinimin çıkmasını bekleyecektim. Genellikle, tayinler Gen kur. Bşk.lığına çıkıyordu. Bir sene orada görev yaptıktan sonra, tekrar İstanbul’a, gelecek, Silahlı Kuvvetler Akademisinde okuyacaktım. Bu Akademiyi bitirdikten sonradır ki asıl tayin yerim belli olacaktı. Yani bir sene için Ankara'ya gidip- gelecektim.
Cevizli Kampı, Kadıköy’e yakın sayılırdı. Dolmuşlarla, gidip-gelme imkânı vardı. Bu sayede, eşim ve ben Gülşeni ve torunu görebilecek, ilgilenme imkânı bulabilecektik.
Nihayet tayin edildiğim yer belli olmuştu. Tahmin ettiğim gibi Gen kur. Karargâhı Loj. Başkanlığı idi. Bir ara, Ankara’ya gidip ev bulmalıydım. Bu sebeple yalnız gidiyordum. Tayin yerimin civarında dolaşırken, Küçük Esat, Akay yokuşunda, uygun bir ev buldum. Yokuşu çıkınca, hemen sağda ikinci evdi. Kagir, eski tip, kaloriferli, dört katlı bir Apt. dı. İki odası, bir salonu, mutfak, banyosu vardı. Apartman çukurda kalıyor, giriş kapısına beton merdivenlerle iniliyordu. Bizimki üçüncü katta, sokağın bir-iki m. yukarısında. Bulunuyordu. Her katta üç dairesi vardı. Gen kur. Karargahına da yakın sayılırdı. Yürüyerek gidip-gelme imkanım vardı.
Evi tuttuktan sonra İstanbul’a döndüm. Nihayet eşyaları topladık. Bu arada, Halide abla, kullanılmış gar dolabını bize vermişti. Bir kamyonla, Akaydaki evimize taşındık. Yasemin evin yerini sevmişti. Kendine göre bir muhit edinecekti. Kamil Albay emekli olmuş, Aşağı Ayrancıda bir ev almışlardı.Çocuklar okuduğu için Ankaradan ayrılmak istememişlerdi. Yasemin. Ayten Hanımlarla ve diğer lojman arkadaşlarıyla görüşmemizi isteyecekti. Ayrıca Nadire ablamlar BüyükEsatta oturuyorlardı. Oraya yürüyerek bile gidebilirdik. Gen kur. Loj. Bşk.lığında göreve başladım. Şube müdürü, Kur. Alb. Muhittin Fisunoğlu, çalışkan, titiz, hareketli bir insandı. Ayrıca benim gibi staj yapan devre arkadaşım, karacı kur.Bnb. Ömer Boduroğlu vardı. Diğeri ise, silahlı kuvvetler akademisini bitirmiş, Kur. Bnb. Doğan Beyazıttı. Ayrıca biri havacı (yedek subaylıktan geçmiş) diğeri Muhabereci iki subay daha vardı. görevlerimiz arasında, Jussmat -(Amerikan yardım teşkilatı) tarafından yardımla ilgili yazılara cevap vermek, üst kademe, Loj. plan ve emirleri hazırlamak, Başkanlıklar arası toplantılara katılmak gibi hususlar bulunuyordu. Şube Md. nün bilgisi dahilinde, öğleden sonraları, İngilizce kurslarına da devam etme imkanı buluyordum.
Apt.nın , aynı katında, üç daire var demiştim. Tam karşımızda, Gülşen hanımla kocası Ercan bey, yan tarafımızda da Nimet hanımla kocası Ekrem bey oturuyorlardı. Gülşen hanımın eşi hakimdi, eşi ise ev kadını, Nimet hanımlarla daha samimi idik ve sık görüşüyorduk. Ekrem beyin birinci evliliğinden evli çocukları vardı, Ama Nimet hanım geç evlenmişti. Ekrem bey emekliydi. Eşi ise ev kadınıydı. Yaseminin çok güzel yemek yaptığından bahsetmiştim. Bir gün su muhallebisi yapmış, üzerine putra şekeri serperek, iki kase halinde Nimet hanımlara vermişti. Biz de evimizde yedik çok memnun kalmıştık. Bir-iki gün sonra Nimet hanımlara gece oturmasına gitmiştik. Su muhallebisi konusu açılınca, tuzlu olduğundan bahsetmesinler mi? Allahtan çok samimi olduğumuz için açıkça söyleyebilmişlerdi. Eşim, putra şekeri yerine, yanlışlıkla tuz ektiği için biraz mahcup olduysa da, ‘’telafi ederiz ‘’ diyerek, işi tatlıya bağlamışdı. Gerçekten ertesi günü özel olarak, tekrar su muhallebisi yaparak Nimet hanımlara ikram etmişti.
Gen Kur.da çalışırken, normal olarak, sıramız gelince nöbet de tutuyorduk. Nöbeti sabah mesai ile beraber devir alıyor, ertesi günü, yine mesai başladıktan hemen sonra, devir ediyorduk. yerimiz, karargahın ön tarafında bulunan iki kapısından biriydi. Diğeri de generallerin girip-çıktığı kapıydı. Arka tarafta , bir de üçüncü kapı vardı ki buradan siviller ve Astsubaylar girip-çıkıyordu. Bir sabah, mesai başlamadan, erken saatlerde, Gen Kur. Başkanı Cemal Tural’ın, arkasında yaverleri olduğu halde, oturduğum camlı odaya doğru geldiğini gördüm. Heyecanlanmıştım. Hemen nöbetçi odasından çıkıp, selâm durdum. Şöyle bi baktı. Sanki bir kusur bulmak ister gibiydi. Yanıma yaklaştı. Belimdeki palaska ve tabancayı gördü, eliyle şöyle bi düzelti, sonra da avenesiyle çekip gitmişti. Sanki, kendi giriş kapısındaki nöbetçi subayını nasıl olsa her gün denetliyorum, bir de diğer kapıdaki nöbetçi subayını denetlemek istermiş gibiydi.
. B.SİLAHKI KUVVETLER AKADEMİSİ
Nihayet, 30 Ağustostan sonra, Silahlı kuvvetler akademisine gönderilmem konusundaki Gen Kur. emri çıkmıştı.
Evi boşaltmayı düşünmüyorduk. Yalnız aynı şubede çalıştığımız, yarbay rütbesindeki karacı bir arkadaşın teklifi vardı. Yeni evlenecekti. ‘‘Eşyalarınızı bir odaya koyun, evin kirasını ben ödeyeyim, siz gelmeden bir ay önce evi boşaltayım’’ diyordu. Bu konuyu eşimle müzakere ettik ama eşimi ikna edemedim. Kendisi şüpheci ve benden gerçekçiydi. ‘‘Ya çıkmazsa’’ diyordu. Haklı olabilirdi. O bakımdan teklif sahibine olumsuz cevap vermiştim.
Kiralık ev bulması için Gülşene mektup yazmıştık. Bir arkadaşının Anneannesinin evini bulmuştu. Gülşenlerin evinin karşı sokağında idi. İki katlı evin üst katıydı.. Yaşlı kadın birinci katta oturuyordu. Biz de üst katında. Evin, Gülşenlere yakın olmasına çok sevinmiştik. Ben Akademiye gittiğim zamanlar, Yasemin, Kızını ve torununu sevmeye gidecek mutlu olacaktı.
Bu arada senelik iznimi almış, 15 Ağustos'da Cevizli kampına gidecektik. Çok az eşya ile kiralık eve taşınmıştık. Çünkü ev mobilyalıydı. Belirli bir zaman için kalacağımızdan, bizim de işimize gelmişti. Şöylece bir temizlik yaptıktan sonra yerleştik.
Toruna Mehmet Noyan adını koymuşlardı. Torun çok sevimliydi, Bir yaşını geçmişti. Zaman, zaman, Gülcan da oğlu Enginle kız kardeşine geliyordu. Büyük torun da dört yaşındaydı. Anneannesiyle güle, eğlene oynuyorlardı. Cevizli kampına gittiğimizde de hem Gülcan, hem Gülşen torunlarla beraber geliyorlar, biz çocuklarla ilgilenirken onlar da denize girme fırsatı buluyorlardı. Noyan’ı kamp içinde dolaştırırken, çabuk yoruluyor, hemen önüme geçerek, ‘kucama al dede, kucağıma al diyerek’ kucağımda gezdirilmek istiyordu. Onun bu sözünü hiç unutmayacaktım. Daha önce de bahsettiğim gibi, Gülcan kalabalık bir aile içinde yaşıyordu bu nedenle, kampa sık gelemiyordu.Bu sebeple de annesi hep onu merak ediyordu.
On beş gün böylece geçmiş, 2 Ekim 1969 tarihinde, Akademiler komutanının konuşmasıyla, diğer Akademilerle beraber Silahlı Kuvvetler Akademisi de açılmıştı.
Bu defa, kara, deniz ve hava kurmay subayları bir arada ders görüyorduk. Dz.Kur. Bnb. Mustafa Turnçoğlu ile aynı sırada oturuyorduk. Sınıfta aynı devre değil, muhtelif devrelerden subaylar bulunuyordu. İki sınıf halinde ve altmış kişilik bir gruptuk.
Dersler daha ziyade, münazara şeklinde yapılıyordu. Programa göre, Konular ele alınıyor, öğretmenin uygun gördüğü bir kişi kürsüye geliyor, o konu üzerindeki görüşlerini anlatıyordu. Yine konu üzerinde değişik görüşleri olan kişiler de konuştuktan sonra, öğretmen kendi fikir ve görüşlerini, kendi doğrularını belirtiyordu.
Konular ise genellikle şöyleydi:
-üçlü kuvvetlere (Kara, Deniz ve Hava) ait bilgilerin daha üst (Genelkurmay) seviyeye ulaştırılması,
-Üçlü kuvvetlerin,(Müşterek Harekât, Teşkilat ve silahlanma) prensip ve doktrinleri,
-Üçlü harekâtın (J) seviyesinde karargah çalışmaları,
-Türkiyenin jeopolitik durumu, bu alandaki gelişmeler ve savunma prensipleri,
- Nükleer çağ ve tesirleri,
-Fezanın önemi ve fezadan yapılacak füze saldırıları,
-Stratejik istihbarat,
-Harekât alanları Kuvvet komutanlığı ve Gen kur. Bşk.lığı seviyesindeki millî ve askerî problemlerin çözümüne yarayacak millî güç, milli güvenlik bilgileri,
-Komşu devletler ve muhtemel mütecavizin imkân ve kabiliyetleri,
-Özel silahlar ve bunların üçlü harekât üzerine tesirleri.
Yani, genel bir ifadeyle, Kara, Deniz ve Hava Harp Akademilerini bitiren kurmay subaylara, Cephe Komutanlığı, Gen.kur. Bşk.lığı karargahı seviyesinde, üçlü ve ikili kuvvetlerin harekâtının planlanması, koordinasyonu, sevk ve idaresi hakkında bilgi vermekti.
Yanında oturduğum, Mustafa Turuncoğlu çok efendi, mazbut, sevdiğim bir insandı. Kendisinin eskide olsa bir arabası vardı. Her gün onunla gidip-geliyordu. Bazen, onun yanına ben de oturuyor, Karaköy vapur iskelesine kadar gidiyordum. Ben indikten sonra, kendisi Aksaray’a doğru yoluna devam ediyordu Zaten denizcilerle akademiden bu yana iyi anlaşıyorduk. Anadolu yakasında oturan Sadun Öztürk, Erdinç Tezer, Turan Özer gibi sevdiğim arkadaşlarım vardı. Silahlı kuvvetler Akademisinde ise Mustafa Turunçoğlunu tanımıştım. Hatta, Silahlı Kuvvetler Akademisiyle İzmir’e geziye gittiğimizde bile Turuçoğluyla Ordu Evinde iki yataklı odada kalmıştık.
Silahlı Kuvvetler Akademisi, 28 şubat 1970 tarihinde sona ermişti. 48/60, iyi dereceyle bitirmiştim. Tayinim de Hv. K. K.lığı Lojistik Başkanlığına çıkmıştı. Artık Ankara’ya geri dönecektik.
Eşime ve bana göre dönmeden önce halletmemiz gereken bir mesele vardı. Makbule Nadire ablamın kızıydı, yeğenimdi. Güzel, duru, temiz bir yüzü vardı. Ama talihi, yüzü kadar güzel olmamıştı. Evlenme çağına geldiği zaman, Köy öğretmeni talip olarak ortaya çıkmıştı. Ama öğretmen devlet memuruydu. Herhangi bir yere tayini çıktığı zaman, normal olarak eşini de götürecek, ablamla eniştem, kızlarına hasret kalacaklardı. Bu nedenle olumsuz cevap vermişlerdi. Kızlarının bir damat adayı daha vardı, Selahattin.! Selahattin, ana bir baba ayrı, ablamızın oğluydu. İstanbul'da, seyyar gazetecilik yapıyordu. İstanbul ise, bizim köylülerin hayran kaldığı, ilk baharda gelip, sebze meyve sattıkları, genellikle sonbaharda köye döndükleri yerdi. Eniştem bile askerliğini Hadımköyde yapmış, o arada Haydarpaşa lisesinde okurken beni ziyarete gelmişti. Yani, İstanbul’da yaşamak bizim köylülerin tutkusuydu. Dolayısıyla kızlarını, Selahattin ile evlendirmeyi uygun görmüşlerdi. Modada iki katlı, ahşap küçük bir ev ile, kullanılmış da olsa bir arabaya sahiptiler. Ablam , küçük oğlu Fevziyi bile, misafirlikte iken kızı Makbulenin yanında doğurmuştu. Zamanla, Makbulenin üç kızı olmuştu. Erkek çocuğuna kıymet veren, ve hayalinde oğlan çocuğu olan Selahattin ise bu durumdan hiç hoşnut olmamıştı. Artık karısını hırpalamaya, hor görmeye başlamıştı. Eşim ise haksızlığa tahammül edemeyen bir yapıya sahipti. Ben muhatap olmadığım halde, O, ‘Ne koyduysan onu alıyorsun, kızın kabahati yok’diyerek tepkisini gösteriyordu.
İşte Ankara’ya döneceğimiz bu günlerde, Yine ana bir baba ayrı, kardeşim Celâl’in oğlu Hasan ki Selahattincin yanında çalışıyordu, alı, al, moru, mor Gülşenlere geldi (Acıbadem Yıldız Bakkaldaki) ve Selahattinin Makbuleyi döğdüğünü, ağzını, burnunu palaskayla döverek kanattığını haber verdi. Biz hemen bir taksiyle oraya gittik ki Kızın hali gerçekten perişandı, ağzı burnu kan içinde, yüzünde, kollarında morluklar vardı. Çocuklar da ağlaşıp duruyorlardı. Çocukların en büyüğü dokuz, ortanca yedi, küçüğü de dört yaşlarındaydı. Oturup, konuştuk, mümkün olduğu kadar teselli etmeye çalıştık. Ama yengesi, ‘Makbuleyi , Ankara'ya, annesinin, babasının evine götürelim’ diyordu. Makbule de çoktan razı idi. Artık bıçak kemiğe dayanmıştı anlaşılan. Ama yengesinin, bu konuda tecrübesi olduğu için, bir önerisi vardı. ‘’Hazırlan, yarın sabah gelir seni alırız.Ama istersen çocuklarını babalarına bırak iyi düşün’ diyordu.
Ertesi günü, Suat hanım ve Gülşen ile vedalaşıp Mehmet Noyanı öptükten sonra, ( ki çocuk herkesin arkasından ağlardı), ağlamaya başlamıştı, bir taksi tutarak Moda’ya gittik. Selahattin yine evde yoktu ama Makbule denk gibi bir şey hazırlamış, çocuklarını giydirmişti. ‘‘Yenge, çocuklarım çok küçük, ben onlarsız yapamam’’diyordu. Biz de onun bu düşüncesine saygı duyduk ve doğruca İstasyona gittik. Makbulenin eşyalarını yük vagonuna koyduk, İstasyondaki büfeden bir şeyler aldık ve yola koyulduk. Yol boyu, konuştuğumuz konu, Makbule, çocuklar ve dövme, ayrılma üzerineydi. Sabahleyin Ankara Garında indikten sonra, yine bir taksi ile ablamların Büyük Esat taki evlerine vardık. Neyse ki Fevzi enişte de evdeydi. Ablam bizi, Makbule ile çocukları görünce çok bozuldu. Durumu anlatıp, ‘’ kızınızı ve torunlarınızı size getirdik ‘’ dedik, ama nafile. Nadire ablam, Yengesinin yüzüne karşı,’’Sanki biz getirmesini bilmez miydik’’ diyerek memnuniyetsizliğini belli etmişti.. Her ne kadar, efendi ve kendini bilen bir insan olan enişte, karısına, bu memnuniyetsizliğinden dolayı çıkıştı ise de eşim çok bozulmuştu. Ablamın ve eniştenin, Makbulenin durumundan haberleri olduğu, fakat onu ve torunlarını getirmek istemedikleri anlaşılmıştı. Bana göre, üç çocukla bir kadının baba evine geri dönmesi, her iki taraf için de zordu. Ama eşim, ablamın söylediği bu sözü hiç unutmayacaktı. Buna mukabil, her zaman için Makbulenin yanında, ve ona destek olacaktı. Çünkü, ablamın dört çocuğu içinde en çok Makbuleyi seviyor, tutuyordu. Galiba biraz da kendi kaderine benzemesi sebebiyle onun için üzülüyordu.