Bitmez bilmez güdü:
Yaşamak, ayakta ve hayatta kalmak adına vuku bulan çırpınışlarımız ve beklenen
sonu geciktirmek adına verdiğimiz mücadele.
Ölüm kadar kabul
edilemez bir diğer gerçek ise yaşarken gömdüklerimiz, manen terk edilmişliğin
yadsınamaz acısı…
Kimimizin kara toprak
niyetine kalbimize gömdüğümüz aşkı. Kimimizin ezeli bir dostumuzu sonsuza kadar
yitirmesi gibi.
Ve her ne ya da her kim
ise yokluğu acı veren…
Perspektif o denli
geniş ve bir o kadar kabul edilemez ki. Boyutu ve yarattığı yıkım ise sonsuz ve
tarifi imkânsız.
Ölümün türevleri ne
olursa olsun insanlığın kaçınılmazı. Açık bir dille ifade etmek gerekirse;
sonun başlangıcı ve müphem dolu koca bir kara delik.
Geride kalan için ise
uğurladığı vazgeçilmeziyle olan birlikteliğinin son noktası.
Ya çaresizlik denen…
Biz fanilerin asla içinden çıkamadığı dipsiz bir uçurum.
Çaresizlik hepimizin
sayısız kere yaşamış olduğu ve yaşama ihtimalinin bulunduğu kaçınılmaz bir
gerçek iken boyutu ve muhteviyatı her birimiz açısından farklılık arz edebilir.
Ateş hep düştüğü yeri
yakmıştır. Hem de öylesine yakar ki kavurur, küle çevirir. Çaresiz
hastalıklardan tutunuz da zamanı tahminsiz ölüm eşliğinde verdiğimiz
kayıplarımız. İşte tam da bu noktada kelimeler birer birer buharlaşır. Yaşayan
yaşadığı acıyla kalır ve terk edilir kifayetsizliğinin esaretine.
Hiçbir acının bir
diğeri ile kıyası asla söz konusu olamaz. Sonuçta ne varsa kaderde o yaşanır
ama kişi bilir yaşadığını.
Bunun sayısız örnekleri
ile defalarca karşılaşıyoruz. Bunun son örneği dün yaşanan bir kaza neticesi
gözler önüne serildi televizyon ekranlarında.
İmkansızlıklar
neticesinde mevsimsel işçi olarak çalışan bir grup tarım emekçisi ve hazin
sonları…
Geçirdikleri trafik
kazası neticesinde ortaya çıkan bilanço: Sayısız yaralı ve ebediyete intikal
eden iki talihsiz vatandaş…
Hangi birine yanar
yürek; gidenlere mi yaralananlara mı yoksa geride bıraktıkları acı ile
kavrulanlara mı?
Bunlara odaklanmışken
yerde çömelmiş ve acı içinde kıvranan bir kadına yöneldi kamera. Yanı başındaki
ceset torbasının yanına kıvrılmış ve acı içinde ağlıyordu. Ölen eşi idi yerde
cansız yatan. İçim sızım sızım sızlarken onun acısı ve çaresizliği ise her
yerinden akıyordu.
Geçirilen kaza neticesi
o da yaralanmıştı ama yüreğinin acısı çoktan bastırmıştı yaralarını. İçindeki
yarayı tahmin etmemek ne mümkün…
Elleri böğründe yana
yakıla ağlarken son bir defa görmek istedi kocasının yüzünü ve dokunmak istedi
son bir defa onun soğuk bedenine. Belki de onu geri getirecekti dokunuşu. Belki
de zihnine kazıyacaktı sonsuza kadar onun yürek burkan son bakışını.
Kan revan içinde olması
bir yana umurunda bile değildi vücudundaki hasar. O zaten alacağı yarayı
almıştı.
Ekmek parası kazanmak
için memleketlerinden kopup gelmiş bir avuç insanın yaşadığı ve yaşattığı dram…
Çaresizlik diz boyu…
İnsanlığımdan utandım,
en az o kadın kadar ben de kazıdım zihnime yansıyan görüntüyü utancın ve acının
nezaretinde.
Jandarmanın müdahalesiyle
güç bela uzaklaştırıldı kadın olay mahallinden.
Ya aklı ya ruhu; onlar
ebediyete kadar kaldı esaretinde o görüntünün.
Nasıl bir
kifayetsizlik… Nasıl bir ayıp… Nasıl bir insanlık ve nasıl bir kader…
Son bir gayretle kalkıp
yürüdü bir yandan da dönüp dönüp bakıyordu geride bıraktığı ve yüreğinde
yaşattığı yiğidine, evinin ve ailesinin direğine.
Bir kayıp verirken
insanlık dünyaya gözünü açan bir bebek.
Sirkülasyonun hiç ivmesini azaltmadığı ama acıların da eşlik ettiği bir döngü
kısaca.
Ölüm gerçeğini göz ardı
eder dururuz ve bitmek bilmez sızlanmalarımız ve şikâyetlerimiz ile idame
ettiririz yaşamlarımızı sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi.
Ne değiştirmeye gücümüz
yetiyor ne de acıları dindirmeye. Biz mücadelemizi sürdürürken kader sayısız
oyun ve acı tatlı sürprizle bekliyor köşe başında.
Hayat dediğimiz nedir
ki?
Bir hiçlik mi yoksa
aşırı anlam yüklediğimiz bir rüya mı?
Ama gerçek olan şu var
ki; eninde sonunda her güzel şeyin sonu olduğu gibi hepimizin rüyası er ya da
geç sona erecek.
Yeter ki uzun ve
hayırlı bir ömür nasip edilmiş olsun bizlere.