O kadar uzun zaman
olmuştu ki onu görmeyeli. Meyletmişti işte. Er geç gidecek ve ne varsa içinde
biriktirdiği bir bir anlatacaktı. Dinlerdi ya da dinlemez ama koymuştu aklına
bir kez.
Topu topu iki kez
buluşup görüşmüşlerdi. Ama neler neler sığdırmışlardı o iki güne. Akıllarına
gelen her şeyi irdelemişler ve doya doya hasret gidermişlerdi sanki bir ömrü
paylaşıp da ayrı kalmış iki sevgilinin nazarındaki kollanan aşka nazire
edercesine.
Soğuk bir Kasım sabahı,
buz gibi soğuğa rağmen sıkı sıkıya giyinip attı kendine sokağa.’’ Sabahın körü,
ne işim var dışarıda’’ deyip de söyleniyordu bir yandan. Dile kolay senelerdir
pek rağbet etmiyordu zamanını evin haricinde geçirmeye. Tembelliğe öylesine
alışmıştı ki diğer yandan. Ama yine de tembel addetmiyordu kendini. Sadece
rahatına düşkün ve mizacına uygun bir hayattı yaşadığı. Mizacı her ne kadar
azmin kıyısından geçmemiş olsa da kabullenmezdi o sıkılgan ve üşengeç
kimliğini. Arkadaşlarıyla görüşeceği zaman bile ayağına çağırırdı kadim
dostlarını. Alışan alışmıştı nihayetinde. ‘’Gülü seviyorsan dikenine
katlanacaksın’’ diye de sitem etmeden duramazdı. Aslında o da biliyordu ki tüm
sitemi hep kendisine yöneltiyordu. Kolay kolay dile getirmezdi başkalarının
yanında. Diğer yandan çok da hoşnut değildi yaşadığı hayattan. Hele ki
geçirdiği kaza sonrası daha bir sitemkâr daha öfkeli bir kişilik geliştirmişti.
Ev halkı her haliyle
kabullenmişti Perihan’ı. Eh, ne de olsa peri padişahının kızı, evin çiçeği Perihan.
Ağabeyi kolay kolay Perihan demezdi muzip kardeşine. Varsa yoksa ‘’cadı’’ diye
seslenir ve kızdırırdı her defasında. Annesi bankadan emekli olmuştu bir sene
evvel. Babadan kalan emekli maaşını da eklediler mi gül gibi geçinip
gidiyorlardı. Ne kira dertleri vardı ne de ödeyecek borç harç. Gerçi kaza sonrası
büyük bir borç batağına girmişlerdi ama Perihan’ın iyileşmesine müteakip tüm
mali sorunları bir çırpıda halletmişlerdi. Perihan’ın ağabeyi okulunu dondurmuş
ve kısa soluklu bir işe girmişti. Gerçi pek tasvip etmemişti anneleri ama
mecburdular kabullenmeye. Kimine göre ters gelse de getirisi iyi olduğu için
bir yılı aşkın süredir bir gece kulübünde koruma olarak görev yapıyordu.
Bodyguard diye çağrılmak hoşuna gitmediği için herkese kendini koruma olarak
tanıtırdı. İşe başladıktan kısa bir süre sonra gece kulübünün sahibi Hamit
Beyin kızı ile bir beraberlik yaşamaya başlamıştı Muzaffer her ne kadar
önceleri pek alışamamış olsa da. Sözde başlayan bu ilişki yavaş yavaş ciddi bir
beraberlik boyutuna girmeye başlamıştı. Genç kızın bir ayağı yurt dışında olduğu
için sık sık bir araya gelemiyorlardı gerçi ama yine de iyi bir uyum içerisinde
ilişkileri günden güne gelişiyordu. Muzo, artık pek sıcak bakmıyordu okula
yeniden dönmeye. İki yıl daha sıksa dişini okulu bitirecekti ama hayatının
akışı ve değerleri yavaş yavaş farklı bir döngüye girmeye başlamıştı.
Perihan bir yandan
yürüyor bir yandan da bunları düşünüyordu. Ailesi onun her şeyi idi ve
yaptıkları tüm fedakârlıklar yüreğinin en derininde korumaktaydı anlamını.
İnce ince kar yağsa da
aldırmamıştı Perihan önceleri. ‘’Kasım ayında karın tuttuğu ne zaman görülmüş İstanbul’da’’
deyip korunaksız çıkmıştı dışarı. Sabah ayazı bir yandan atıştıran kar diğer
yandan bir yandan da söyleniyordu: ‘’Dışarı çıkacak hava mıydı’’diye.
O kadar çok araz
kalmıştı ki kaza sonrası. Aylarca yattığı yerde tedavi görmüş ve uzun bir süre
yatağa bağlı kalmıştı. Vücudu eski fonksiyonlarına kavuşamamış olsa da yine de
iyi kötü koltuk değnekleri ile yürüyebildiğine bile şükrediyordu. Ama
alışamadığı çok şey vardı diğer yandan. Gözlerini süzen komşulardan tutun
lafını esirgemeyen halasına kadar. Ne de olsa sağlıklı idi çocukları halasının.
Yeğen diye telaffuz dahi etmezdi zira hiçbir zaman ortak bir dil
geliştirememişlerdi. Kaza sonrası ise oldukça malzeme çıkmıştı akrabalarına.
Her fırsatta Perihan’ı eleştiren halası ve kızları şimdi de harekette çektiği
sıkıntıyı dillerine dolamışlar sık sık yüzüne vuruyorlardı Perihan’ın hem de en
acımasız şekilde. Sonuç itibariyle ne suçlu idi ne de hayatına gelen bu
kısıtlamayı kendi istemişti. Ölme ihtimalini Allah’ın izniyle bertaraf etmişti
ve bu da bir şükür vesilesi idi hem Perihan hem de ailesi için. Yapabilecekleri
her türlü fedakârlığı yapmışlar ve yeniden doğduğu için her daim şükürlerini eksik
etmezlerdi. Önem arz eden Perihan’ın aralarına dönmesi idi. Bunun ne anlama
geldiğini başkaları anlamasa da umurlarında bile değildi. İsyan değildi
dillerinin zikrettiği sadece şükür duaları idi her daim şükranlarına vesile
olan.
Perihan uzun süredir
Mustafa’dan haber alamamıştı. Son görüşmelerinin üzerinden haftalar geçtiği
halde değil görmek telefonda konuşmak bile nasip olmamıştı. Ne de olsa yoğun
çalışan bir adamdı Mustafa.
Mustafa ne zaman düşse
aklına ne varsa aklında unutur ve hayallere dalardı Perihani. Hastanede tedavi
olduğu zaman zarfında tanışmışlardı. Perihan normal odaya geçtiğinde yanındaki
yatakta da Mustafa’nın annesi yatıyordu. Durumu çok ciddi değildi kadının Perihan
kadar ve inanılmaz da destek olmuştu genç kıza. Mustafa annesini ziyarete gidip
gelirken Perihan ile olan diyalogları başlamış ve hız da kesmemişti kızın
hastanede yattığı süre içerisinde.
Eve çıktıktan sonra da
iki kez ziyaretine gelmişti kızın. Ve yanında koca bir demet çiçek ve kocaman
pelüş bir tavşan. Odasının başköşesine koydu tavşanını. Ve solan çiçekleri
günlerce atmaya kıyamadı Perihan, Muzo’nun cadı kız kardeşi…
Bildiği kadarıyla
Mustafa’nın işyeri on dakikalık yürüyüş mesafesindeydi ama nasıl da zorlanmaya
başlamıştı genç kız bu kısacık mesafede dahi. Ne zaman zorlansa içine akıtırdı
gözyaşlarını. Hele nasıl da hicap duyardı sefil insanların küçümseyen
bakışlarından. Bazen kendini sefil olarak tanımlasa da biliyordu ki, sefil olan
sadece küçümseyici bakışların sahibi duyarsız insanlardı.
Her zaman iç sesinin
sesini dinlemiş ve tüm hayatını buna göre yönlendirmişti. Gerçi eline fazla bir
şey geçmemişti ama en azından kendine duyduğu sevgi ve saygıyı da bir ömür
korumuştu. Saygısını da korumuştu tüm insanlara ama içi de çok acırdı nasıl bu
kadar duyarsız olabiliyorlar diye.
Sonunda Mustafa’nın
çalıştığı o büyük kafeteryaya ulaştı bin bir güçlükle olsa da. Ne kadar
heyecanlı olduğunu yadsımış olsa da deli gibi çarpıyordu yüreği. Farkındaydı ve
bir o kadar korkuyordu Mustafa’nın nasıl tepki vereceğini kestiremezken. Ne de
olsa haber vermeden düşmüştü yola. ‘’Yol da ne yol ama altı üstü kısacık bir
mesafe’’ deyip de hüzünlenmişti az da olsa. Değil sokağa çıkmak evde bile işini
gücünü kolay kolay yapamazken içinden lanet okudu. İsyan etmemesi gerektiğini
bilse de bazen engel olamıyordu kendine. Hızlıca sildi gözyaşlarını, üstünü
başını çekiştirerek içeri girmeye yeltendi ta ki…
‘’Hanımefendi, yardıma
ihtiyacınız var mı efendim?’’ demesiyle arkadan yaklaşan adamın irkildi bir
anda. ‘’Ben, ben Mustafa Beye bakmıştım. Sanırım içeridedir, değil mi?’’ diye
sormasıyla adam gecikmedi yanıt vermede.
‘’Mustafa Bey
memleketine gitti iki gün evvel. Karısı yeni doğum yaptı da. Uzun bir süre de
gelmeyecek. Siz nereden tanıyorsunuz Mustafa’yı?’’ demesiyle darmadağın oldu
genç kız.
‘’Ben, ben sadece
geçiyordum ve bir merhaba demek istemiştim. Çok sevindim. Allah analı babalı
büyütsün İnşallah.’’
‘’Söyleyeceğiniz bir
şey varsa bana söyleyebilirisiniz. İletirim Mustafa’ya.’’ der demez toparladı
kendini genç kız.
‘’Sağ olun. Ama
söyleyecek hiçbir şeyim yok. Ben yine uğrar bebeğin hediyesini de getiririm.’’
‘’Çok naziksiniz.
Dilerseniz size gideceğiniz yere kadar yardımcı olayım.
‘’Hayır, hayır, hiç
gerek yok. Teşekkür ederim.’’
‘’Nasıl isterseniz.’’
‘’İyi günler dilerim.’’
demesiyle bin bir güçlükle adımlamaya başladı geldiği yolu.
Bir yandan da kızıyordu
kendine. Duyduklarına inanmak dahi istemiyordu ama işte her şey meydandaydı.
Aylardan beri yakınlık duyduğu ve inandığı adam bir kere bile bahsetmemişti
evli olduğundan. Üstelik yeni de bebeği olmuştu. Tutamıyordu artık kendini.
Yüzü gözü yaş içinde kalmıştı. Değil eve gidecek hali tek adım atacak halde
değildi. Kim bilir evdekiler nasıl merak içindeydi. Ayaklarını sürte sürte
alçak duvara yanaşıp oturdu usulca. Beyni yine aralıksız düşünce üretiyor ve
zorluyordu muhalif ruhunu. Bin bir çekince ile gelmişti ve hüsrana uğramıştı
işte. Bilseydi adım dahi atmazdı. Yanına ne telefon ne de para almıştı. En
azından haber verirdi evdekilere, gelip alırlardı onu.
Ölümden dönmüş olsa
bile alışamamıştı işte yeni durumuna. Oysa daha bir iki yıl evveline kadar
nasıl da koşturup dururdu, bir dakika dahi yerinde oturmaz işini gücünü çabucak
kotarırdı.
Yeni fark etti kar
yağışının sona erdiğinin. Fazla ısıtmasa da güneş yeniden parlıyordu en azından
titremesi geçmişti. Tam kalkacaktı ki bir ambulans sireni ile irkildi. Kim
bilir kimi taşıyordu ambulans, kim bilir kimdi yeni kurbanı kaderin. ‘’Yapma,
ne kendini suçla ne de kaderi. Sadece şükret en azından nefes alabiliyorum ve
halen yaşıyorum.’’diye telkinde bulundu kendine. İç sesine kulak kabartmak iyi
gelmişti. Hep de yapardı bunu ta çocukluğundan beri üstelik.’’Ne de olsa iflah
olmaz bir hayalperest değil miyim’’ derken aydınlandı yüzü. Hep annesi, ‘’benim
güçlü kızım’’dediği kadar vardı yoksa şimdiye kadar defalarca yok olmuştu.
Üstelik artık alışmalıydı da yeni darbeler almaya. Bu şekilde güçsüz sandığı
benliği kat ve kat güçleniyordu.
‘’Belli mi olur belki
ilerleyen zamanlarda koltuk değneklerimden kurtulurum’’ düşüncesi ile içini
huşu kapladı.
Karamsarlığın ne sırası
idi ne de yeri. Üstelik yeniden tanınan yaşama hakkına şükretmesi gerekirken
sızlanması kendine yapacağı en büyük kötülük idi.
Mademki artık tek
başına dışarı çıkacağını kendine ispatlamıştı bu henüz yeni hayatının da ilk
basamağı olacaktı bundan sonra. Bir vesile olmuştu Mustafa’yı görme düşüncesi
ve üzülmüş olsa da korkusunun üzerine gitmişti. Çok gençti henüz ve umut dolu
bertaraf edemeyeceği kadar üstelik. Yavaşça kalktı yerinden ve bir o kadar
emin. Emindi kendinden hem de hiç olmadığı kadar.