Taşıdığım hiçbir kaygı
ve sonucu bu denli belirleyici ve geri dönüşsüz olamazdı yaşayacağım o korkunun
beni esir aldığı o güne değin…
Sıradan bir günün
başlangıcıydı ölümle yüz yüze geldiğim ve en değerli varlığımı kaybetme
noktasına erdiğim sabahın ilk saatleri.
Yalnızlığım hiç ama hiç
bu kadar derin nüksetmemişti ve de çaresizliğim. Karanlıktı dehliz ve nasıl da
soğuk. Dipsiz kör bir kuyuya hapsolmuştum. Daha ne idi ki yaşadığım zira süreç
yeni başlıyordu ölümün o buruk ve yakıcı acımasızlığı ruhumun derinliklerine
işlediği.
Sararmış otlar, ezik
eğreltiotları ve kırık bir sürü dal üstüne basılmayı bekleyen…
Gece yarısından sonra
ve sabahın ilk ışıkları daha beliremeden patlak verecek fırtına ne çok şey
taşıyacaktı ve ne çok şey çalacaktı özümden, biriktirdiklerimden ve kâfir,
sefil duygularımdan.
Uykuyla uyanıklık
arasında ölüm beklentisiz ve randevusuz tanışıklığına hazırdı ve kucaklama
arzusu ile dolu buyur etti.
Hantal, kallavi ve
durağan varlıklarımız çoktan hibeli ölüme ve ipotek altında. Ama nasıl da toz
kondurmayız bin bir safsata ile kırıp geçerken etrafı. Nasıl da kendini bilmez
gözlerle süzeriz etrafı ve nasıl da yerden yere vururuz birbirimizi: Ne de olsa
ölümsüz ve sonsuzuzdur ve burnu Kaf dağında bin bir yeti ile donatılmış ve
gelip geçmiş en haşmetli canlıdır adına insan denen…
Yaşadığım hüzündür beni
ben yapan en azından empati yeteneğim eş güdümlü gelişti hele ki son birkaç seneyi
de dahil ettik mi… Mazoşist bir tanımlama olsa da bir o kadar severim hüznü en
azından duyumsadığım mutluluk ve hoşnutluk daha da kıymete biner sonrasında. Kim
bilir, belki de şükür duygumu geliştiren bir süreçtir reva görülen.
‘’İnsana en yakışan hal
hüzündür’’ diye bir söylemle kesişmişti yolum kaç zaman öncesi. Kim demişse
yüreğine sağlık ama bana yakıştığı gün gibi ortada.
Daha demli bir kıvam
tutturmakta hayat hüznün sürüklediği o imkânsızlıklarla ve daha da yaklaşmakta
sonsuzluğun sıcak nefesine ve bol bol tefekkür etmek de cabası.
Hayat sayısız sentez
ile dolu ve seyreltisi farklı bir ahenkle süzülen pek çok denklem ve
bilinmezlikle. Anlamlandıramadığımız ne varsa ve vakıf olamadığımız hangi
gerçek ve boyut ile devinse de âlem vazgeçmek kolay mı yaşamaktan onca acı
pekiştirse de hüznümüzü ve yorgunluğumuzu…
Girizgâhta dem vurduğum
o sürecin başlangıcı olan o sabah ise karmaşık duygularımın yalıtıldığı ve beni
benden eden en büyük korkumla yüzleştiğim bir milat bu güne değin
yaşadıklarımın heyula bir boşluktan ibaret olduğu gerçeği tanısının vuku
bulduğu. Hayatın kenarında kalmak ne ki ya da toplumun kıyısında seyretmek
uzaktan uzağa. Varsın sefalet de delalet de esir alsın benliğimi ya da
ikilemler dolup taşsın gereksiz ayrıntılar süslerken hayat ağacını.
Tek insanın içindeki o
derin kişilik bölünmeleri… Bazen çocuk bazen güçlü ve genelde mağdur ve yalnız.
Her ne kadar paye verilmese de kendini seven ve bir o kadar koruyucu ve
kollayıcı gözetilmese de iteklenip örselense de. Kabuğunda, kovuğunda ve
kendince münzevi bir yaşantı süren fazlasıyla hayal âleminin koridorlarında
volta atan ve zihni bir o kadar karmaşık yine de sevi yetisini kaybetmemiş ve
umutları baki ta ki ölüm gerçeği esir alana kadar benliğini ve kaybetme korkusu
ile tanışıklığı tokat gibi çarparken yüzüne…
Fersah fersah uzak
aşktan kırılma noktası çoktan miadını doldurmuşken ve gerçek dünyanın tüm
acımasızlığı bitimsiz zulmün türevi pek çok minvalde anlam bulan…
Ne varsa içimde ukde
kalan ne de olsa zaferidir mutsuzluk yörüngesinden çıkmış uyduların çoktan
yitirmiş iken insani vasıflarını…