Kaygıların çok uzağında
bir ömür dilerdim tüm insanlık adına.
Sonlanmasını acının;
Kırıp geçmeden
Varmadan menzile,
Soluk bir perdenin
arkasına yığdığım/ız
Üzünçlerin ve tasaların
olmadığı…
Değil bir hikâyem
olduğu inancı var olup olmadığım bile kocaman bir soru işareti.
Belirsizliğin kalıcı
imge olduğu o uzun soluklu maratonda önlerde yer kapma telaşını çoktan geçtim.
Değil ön arkalar bile hınca hınç insan dolu. ‘’İnsan’’ addedilen ki kabul
görmüş bir terim: Bir bedeni olan ve ruh’u olduğu kayıtlara geçmiş. Bir de
irade sanırım sözüm ona ve tabii ki ‘’vicdan’’ yazılı tutanaklarda.
Rest çekeli çok oldu.
Her ne kadar o yeknesak düzenekte işgal ettiğim bir makam olmasa da tüm amacım
rütbemi hala ‘’insan’’ kılmak.
İçine ne dilerseniz
katın ki katık yaptığım çok duygu aslında beni bu denli yorgun ve meftun kılan.
Ceplerim yırtıldı,
desem yeridir. Yüreğim hepten yamalı. Ve o uzun liste yanları çentik dolu.
Aklıma gelmişken; tavan arasına kaldırdıklarım -gerçi bizim evde tavan arası
yok- Sadece güneş görmeyen bir odaya tıktığım onca ıvır zıvır. Hele ki o
kütüphane girişi yok mu… Ne var bunda demeyin sakın. İstiflediğim onca kitap
her gün yenilerini eklediğim bir de sayısını dahi unuttuğum defterler her gün
karalayıp durduklarımın yazılı olduğu. Sözüm ona önümde klavye ve internet
müdavimi olsam da yine de alamıyorum kendimi eski usul not tutmaktan. Konuyu
toparlamak gerekirse… Sahi, siz kaydı kuydu olmayan onca hatıratı nerede
saklıyorsunuz? Gözbebeklerinize bakınca anladım, inanın ki. Tamam, sorumu geri
aldım. Ah, keşke hayatı da başa alabilsem ve tüm yanlış seçeneklerle donatılmış
cevap anahtarını yok etsem. Var etme arzusu taşıdığım ne varsa onlar da bir bir
eklense şu uzantısı meçhul’e denk düşen hayatlarımıza.
Çağırsam tüm ölü
sevinçleri ve yolcu ettiklerimizi. Bir de yaşarken gömdüklerimizi vasıflarla
donatsam. Silsem sözlükten kötü ile iştigal eden tüm olumsuzlukları ve bertaraf
etsem üzünçleri, acıları.
İşkillendiklerim ve
tarafınca taciz edildiğim kim varsa özellikle psikolojik taciz mağduru bir fani
olarak…
Söylemediğim
sözcüklerden bir zincir yapsam ve çepeçevre sarsam ruhlarını işgal edilmiş
olmanın verdiği o kötü hissi bilfiil onlara yaşatarak.
Döngünün tam da kırılma
noktası. Tuzla buz olan kim varsa hele ki ebediyete uğurladıklarımız üstelik
beklenmedik bir anda kaderin bir tezahürü olarak yitip gidenler…
Kaygı denen illet mi
yoksa bizleri bu denli mağdur ve aciz kılan…
Ölümden korkmak mı
yoksa bu korkunun eşliğinde her gün kerelerce ölmek mi ya da yanıltılmak belki
de yalıtılıp yansıttığımız o beyhude izlekler: Sözüm ona bizden bir parça ya da
enstantane. Hangi edim ise iştigal ettiğiniz ve hangi vasıf ise koruyup
kolladığınız ya da hükmettiğiniz hatta hükmedildiğiniz…
Sanrıları unutun sadece
unutun ve kapatıp gözlerinizi… İşe yaramayacağını biliyorum zira o mutlu ve
huzurlu günler çok ama çok geride kaldı. Cüzdanlarınız dolu olabilir ve bir o
kadar yükümlü olabilirsiniz ya sorumluluklarınız? Vicdanlarınızın ne ile yüklü
olduğunu sormak gibi bir niyetim yok inanın ki zira işe yaramayacağını
bilmekteyim artık tüm bu müdahalelerin işe yaramadığı gibi. Ne de olsa verilen
sözler bir saniye dahi geçmeden unutulmakta. Söylemler her ne kadar önem arz
etse de o kilit cümleler yok mu sizi yaftalayan ve mağdur sıfatı ile
eşleştirildiğiniz…
İrdelenesi ne çok konu
var oysa ve ne çok izlek ölüm öncesi.
Ve ne çok insan müdahale
etmekten geri durmayan. Yakın ya da yabancı olsun, inanın ki hiçbir farkı yok
edilen müdahale açısından.
Ve geldiğimiz nokta…
Hicap edilesi, irdelenesi yine de sözlerin ve duyguların kifayetsiz kaldığı.
Ölümler, çalıntı
hayaller, zevk düşkünü insan egosu, muğlâk sevinçler, mahrum sevgiden kim
varsa, saklı öfkeler, kıstırılmış benlikler belki… Belki de yaşanmayan aşk ikilemleri,
günün taşıdığı onca yılgıdan muzdarip gençler ve çocuklar. Bir adım ötemiz
değil de burnumuzun ucunda yaşanan vahşet ve katalogdan seçme şansımızın olduğu
ölüm türevleri…
Yazık çok yazık. Ne günah…
Utanç katsayısı giderek
çoğalmakta. Ölü ruhlar ölmeden kuruyan vicdanların ıssızlığında nöbet tutmakta
eşlik ederken o mel'un şeytan.
Kandırılmışlığımız had safhada.
Kanmışlığımız acıtırken acımadığımız bir dünya ve her nedense mütemadiyen
bizler suçlarken dünyayı ve kaderi…
Dönüp bir kez de olsun
baktınız mı aynaya içinizdeki şeffaflığı size yansıttığı halde sizler
koyulturken ortalığı.
Koyulmakta evren, gün
ışığı bile muzdarip. Gece hepten küskün. Bizler zaten kaybolmuşuz o
belirsizlikte. Kaybettiklerimizin ardından gözyaşı bile akıtmaktan aciz hale
gelmişiz. Borsada değer kaybeden hisse senetleri bile daha önemli insan
hayatından.
Ne çok engel. Nasıl bir
izdiham. Belki de bir torba yasa tüm yaşadıklarımızı içine sığdırıp da
görmezden geldiğimiz.
Aşk’ın masumiyeti bile
kayıp iken bizler kaybolmuşuz çok mu?
Çok mu ağlamak aslında
insan olduğumuzun tek kanıtı iken…
Çalmaksa huzur çoktan
çalındı ve nirengi noktası toplumun sürekli boyut atlamakta.
Süregelen ve esefle
kınarken birbirimizi kendimizi her daim masum ve sevgi dolu addettik. Geçiniz
efendim geçiniz.
Geç mi kaldık yoksa?
Aslında akıl sağlımız
yerinde mi, belki de bunu sorgulamalıyız. İçimiz kan ağlarken nasıl şen
kahkahalar atıyoruz bu bile başlı başına bir araştırma konusu. Eşlik etmemiz
gereken hakikatler ile donatılmışken nasıl oluyor da bu kadar vurdumduymaz bir
etkileşim söz konusu?
Yanıldığımız,
yanıltıldığımız, yaftalandığımız yine de hicap etmediğimiz bir düzenek aslında
koşullandırıldığımız bizler mütemadiyen koşullandırırken çevremizdekileri.
Tek koşul değil mi oysa
insanlık ve tek öngörü değil mi sevgi denen mefhum?
Zincirlerden
kurtarmalıyız vicdanlarımızı ölmeden insanlık son raddesine kadar ve
kenetlenmeli gönüller gök kubbe çökmeden üzerimize. Vakit bu gün hatta şu an
yeter ki gonk vurmadan sonu ve Yaradan elini çekmeden bizlerden. Sevgi’nin gücü
her şeye kadir inancımızın baki olduğu gerçeği kadar üstelik.