GÜL:

Çok öfkeliyim. Bu öfkeyle yapmam gereken tek şey, pılımı pırtımı toparlayıp gitmek olacak. Her akşam aynı şeyleri yaşamaktan bıktım, usandım artık! 

Kanepede ağzı köpürerek sızıp kalmış şu leş gibi içki kokan adam benim kocam mı? Bir insan nasıl bu hale gelebilir? Bir an önce gideyim buradan. Beş dakika daha kalırsam, bu evden koca katili olarak çıkacağım. En iyisi, giyeceğim kadar bir şeyler alıp gideyim. 

“Bundan sonra istediğin gibi ye, iç, sıç! Terk ediyorum seni!”

Bir taksiye binerek annemin evine ulaşıyorum. Elimde valizle gecenin ikisinde karşısına dikildiğimi görünce, kadıncağız şok geçiriyor. “Ne oldu, bişey mi oldu kızım? Kavga mı ettiniz Ömer’le?”

“Yok, bişey anne! Yok, öyle bir şey” diyorum kendimden emin. Ömer ile hiç kavga etmeyz biz. Daha doğrusu Ömer benimle hiç kavga etmez. Çünkü kavga etmek için gösterdiğim bütün gayrete rağmen o, sadece sızıp kalıyor. Ertesi sabah ayıldığında da, kavga çıkartmak için benim bir hevesim kalmıyor.

İçeri geçtiğimizde de neler olduğuna dair ısrarlarını sürdürünce mecburen anlatıyorum: “Emekli olduktan sonra bir haller oldu adama. Her defasında bu hallerinin iyi olmadığını anlatmaya çalıştım ama benimle inatlaşır gibi, gün be gün kötüye gitti. Adeta alkolik oldu. Ya da müdahale etmezsem, alkolik olacak. Evet, çalışırken de içerdi ama haftada bir, bilemedin iki; çoğunda da evde içmeyi tercih ederdi. Şimdi ise meyhaneden çıkmıyor. Onun huzursuzlukları ikimizin birden yaşam biçimimiz oldu.”

Annem uzun uzun, kafasında bir takım düşüncelerin muhakemesini yapmaya başlıyor. Sonunda, “Sen, onun için mi, kendin için mi endişeleniyorsun?” diye soruyor.

Bu sorunun cevabı açık. “Elbette, onun için.”

“Onu niçin terk ettin o halde?”

Bunu, vereceğim cevabı bildiği için, sorulmak için önceden hazırlanmış gibi soruyor. Bir an bocalıyorum. Sonra, “yaşadığım huzursuzluklardan bıktım,” diye mırıldanıyorum. O arada doğru olan cevabı düşünüyorum: Beni kaybetmek uğruna bile içki içmeyi tercih edip etmeyeceğini sınamak istiyorum...
  Erkek kardeşime de annemin söylediği, Ömer ile kavga ettiğimizi düşündürmüş olacak ki, erkeklik damarı kabarıyor. Celallenerek, “iyi bir dersi hak ediyor, artık o adam!” diyerek türlü çeşitli senaryolarla eniştesine vereceği dersi programlamaya başlıyor. “İçince el kaldırıyor mu sana?” diye soran kardeşime;

“Tam tersine; ben çakıyorum birkaç tane...” diyorum. 
       

Gülüyor. “Aferin, aferin, benim bacıma da bu yakışır!”

Onun zihniyetine de ben gülüyorum. Bıyık altından. 
   “Sen karışma!” diye çıkışan annem sesini kısıyor onun, sonra, daha anlaşılır cümlelerle konuşmasını sürdürüyor. “İnsanlara direndikçe, olaylara direndikçe, fikirlere direndikçe, tek bir şeye maruz kalıyorsunuz: Çatışma, çatışma, çatışma... Çatışmalar yüzünden hayatınız karmaşa, kaos, stres, kısacası huzursuzluk içinde geçiyor.”

Açıklamalarını beğeniyorum. Ona, “Evet! Huzursuzluklarımı bundan daha iyi tanımlamak, benim aklıma gelmemişti,” diyerek açıklamasını beğendiğimi belli ediyorum.
   Erkek kardeşim, hala söyleyecek bir şeyleri olduğunu sanarak, "çatışmadan kaçmak korkaklıktır. Adam mademki huzursuzluk yaratmakta, ablam elbette direncini gösterecek. Ablamın gücü yetmezse de, burada dağ gibi kardeşi var, evvel Allah! ” diye lafa karışıyor, ama ne onun, ne de benim aklımız annemin bilgeliği karşısında bizi haklı gösterecek bir laf etmeye yetecek gibi görünmüyor. 

Yarım saatten fazla sohbet ediyoruz. Daha doğrusu annem, huzursuzluklar, direnişler, çatışmalar üzerine her yanından felsefe kokan konuşmasını yarım saat daha sürdürüyor. Emekli Sosyoloji öğretmeninden başka tür bir konuşma beklenemez ki! Bu törensel sohbetten aklımda yer alan, annemin söylediği birkaç söz oluyor: 

“Sevgi, korku ve nefreti yener.” 

“Sevgi, insanın hayatında ifade edilen Tanrı’dır.”

Saat neredeyse üç oluyor. 

Yatmak için, “Sabah ola, hayır ola!” diyerek ayaklanıyor annem. “Hele birkaç gün dur burada da, içkiyi bıraktırmak için birkaç tuzak kuralım damada.”

Genç kızlığımda kullandığım odada hiçbir şey yirmibeş yıl önceki gibi değil. Ne çalışma masam ve kitaplığım, ne de ortası çöktüğü için üzerinde hiç bir zaman derin bir uyku çekemediğim yayları gıcırtılı demir ranzam. Onları eskiciye verip, yerlerine misafirler için bu iki kişilik bazayı ve gardırobu yerleştirdiklerinde, o eski eşyalarla birlikte atılanın ben olduğumu düşünmüştüm. Şimdi de aynı duygularla, birkaç gün sonra gitmek zorunda olan bir misafir olarak hissediyorum kendimi. Saat üçü henüz geçerken bana iyice yabancı gelen yatağa uzandığımda, Ömer’in de aynı derecede yabancılaşmakta olduğunu hissediyorum. Bu bir yalnızlık duygusu... “Ah Ömer, ah! Niçin bozdun mutluluğumuzu be hayatım!”

*

Arzın merkezinden gelen bir uğultuyla, şiddetli bir sarsıntı başlıyor birdenbire. Deprem oluyor. Beşik gibi sallanmaya başlıyorum yatakta... Bina yıkıldı, yıkılacak. Kalkmaya çalışıyorum. Kalkamıyorum. Kalkmak için kendimi zorlamaktan vazgeçiyorum. Yatağın üstünde kalırsam, yumuşacık yatağın üstüne düşerim, sırtım acımaz hiç olmazsa. Hem annemin, hem erkek kardeşimin antrede, bir koro halinde kelimeyi şahadet getirdiklerini duyuyorum. Kapının bir sağa bir sola eğilip doğrulduğunu fark ediyorum. “Yıkılıyoruz!” Aklıma hemen aparmanın altı katlı olduğu, ikinci katta oturduğumuz, bina çöktüğü zaman üzerimizde dört katın enkazının olacağı, kesinlikle öleceğimiz türünden beş yüz çeşit düşünce ve duygu geliyor; nedense, bir türlü annem ve kardeşim gibi şahadet getirmek gelmiyor. Bir dakikaya yakın sürüyor büyük sarsıntı ve geldiği gibi aniden duruyor. Hemen odadan çıkıyorum. Annemi ve kardeşimi birbirlerine sarılmış halde buluyorum. Yanlarına gidince ayrılıyorlar birbirlerinden.
Erkek kardeşim annesini kurtarma çabasında, “Binamız sağlammış,” diyerek annemi çekiştirmeye başlıyor; “Bu öncüdür belki. Çıkalım hemen, evde durmayalım.” Ben umurlarında değilmişim gibi, ikisi evden kaçıp sokağa gidiyorlar. Sokakta bir anormallik var mı yok mu diye merak ederek balkona varıyorum. Hiçbir binada, hiçbir zayiat yok ama bina içlerinde insanlar da yok artık, çünkü herkes sokaklarda. İçeri dönerek televizyonu açıyorum hemen. Kanallar arasında zaping yaparak depremle ilgili bir haber yakalamaya çalışıyorum ama hiçbir şey yok. Bir alt yazı bile geçmiyor. Aklıma radyoyu açmak geliyor. Televizyonun sesini kısarak radyoyu açıyorum. “Kandilli Rasathanesinden bildirildiğine göre...” diye başlayan bir anons dolduruyor evi. “Merkez üssü Gölcük olan 7,4 şiddetinde bir deprem...” Gölcük’ de olmuş deprem, Eskişehir’den hissedilen oymuş... Üzülsem mi, sevinsem mi, bilemeden, Eskişehir’ de bir tahribatı olmuş mu diye, Eskişehir’in mahalli kanallarını çeviriyorum. Eskişehir radyosunda ki anons :”Sayın dinleyiciler, Gölcük’ de binlerce evin yıkıldığı ve binlerce vatandaşımızın öldüğü deprem, şehrimizden de oldukça şiddetli hissedilmiş olup, şehrimizde herhangi bir yıkıntıya ya da ölüme sebep olmadığı bildirilmektedir...” Ölen ve evi yıkılan binlerce insan. Bir felaket olmalı bu. İçim acıyor...

“Gül! Depremleri duymuyor musun? Durma evde, çık!” diye bağırıyor kardeşim sokaktan. 

Balkondan cevap veriyorum ona. “Bunlar artçı, artçı... Asıl deprem oldu, bitti artık. Gölcükte, binlerce insan ölmüş.”
Annem ve kardeşimle birlikte, daracık sokaktaki insanlar binaların kuytularına sığınmışlar. Tepelerinde altışar katlı binalar. Yıkıldıklarında enkaz altında en evvela onlar kalacaklar, farkında değiller. 

Sokaktaki insanların büyük bir bölümü hareket halindeki araba trafiği peşinden gitmeye başlıyorlar. Nihayet anlıyorlar bu sokakta beklemelerinin, evleri içinde beklemekten daha tehlikeli olduğunu. 

“Gül! Şurada yıkılan bir apartman varmış, ona bakmaya gidiyoruz biz...” diye bağırıyor annem.

Hareketlenmenin nedeni, bir felakete seyirci olabilmek içinmiş. “Nerde yıkılmış?” diye soruyorum. 

“Şurada, Sivrihisar caddesinde...” 
Şurada dediği yer üç-dört kilometre vardır. Üstelik benim evim de orada...

Benim evim? İçime ansızın bir ateş düşüyor. Bu öyle bir ateş ki, Ömer’in bana ihtiyacı olduğunu ve hemen onun yanına koşmamın gerektiğini hissettiriyor sadece. “Sivrisihar caddesinde mi? Bizim ev olmasın! Ömer’e bir şey olmasın?”

“Gel de, gidip bakalım işte!”

Sokağa nasıl fırladığımı bilemiyorum. Sokağa çıkar çıkmaz bir taksi bulabilmenin telaşını gösteriyorum ama nerde? Arabasıyla bizi taşıyıverecek hiç kimse de yok tabii. Birkaç yabancı arabayı durdurmaya, yardımcı olmalarını sağlamaya çalışıyorsam da boşuna. Bir taraftan da yıkıldığı söylenen eve doğru hareket halindeyim. Bana ayak uyduramayan anneme kızıyorum. “Yürüyün, çabuk, yürüyün!” Onunla aynı hızda yürümem mümkün değil, onun da benimle. “Siz gele koyun. Ben koşturuyorum...” diyerek bırakıp gidiyorum onları.
Araba sahiplerinden göremediğim iyiliği uzaylılardan görüyorum; uzaylılar beni gitmek istediğim yere ışınlayıveriyorlar. İlk gördüğüm şey binlerce, belki de onbirlerce insanın oluşturduğu insan kümesi. Toplanmak için bula bula bizim evin olduğu mıntıkayı bulmuşlar sanki... 
Bizim evin dediğim yerde, bizim ev yok... Orada, tam köşede, beton ve tuğladan ibaret bir yığın duruyor. 
Kalabalığı yararak ilerlemeye çalışırken, insanların, “Koskoca Eskişehir’ de yıkılan tek bina buymuş,” dediklerini işitiyorum. “O benim evim, o benim evim... “ diye inleyerek üst üste binmiş insanların bedenlerini aşıyorum ama enkazı kaldırmaya başlamak için iki tane polis memurunu aşamıyorum.
Adamlar, “Geri durun kardeşim!” deyip duruyorlar.
“Olamaz! Ömer! Ömer! Kocam vardı o evde! Ömer! Ömer kurtuldu mu? Ömer çıktı mı enkazdan? Ömerl!”

*

ÖMER:

“Kusura bakma ama, yok sana itikadım.” 

Bu ses bana ait. Tanıdım onu. 

İyi de, bu isyanım niçin? Ben, Allah’a asi gelecek bir insan mıyım? Ki, namaz falan kılmam, ama elhamdülillah, sapına kadar Müslümanımdır... 

Acaba, rüyamda mı yaptım böyle bir saygısızlığı? Kıpırdayamıyorum ve hiçbir şey göremiyorum, demek ki rüyadayım. Evet! Rüya görüyorum... Kesinlikle rüya! Zere canım, uyanıkken Allah’a, kusura bakma ama yok sana itikadım, filan diyerek isyan edecek biri değilimdir. Namazımda, niyazımda doğru dürüst müslümanlık yapmazsam, uykumda da işte böyle Allah’a asi gelirim. 

“Tuh olsun bana! Tuh! “ 

Allah, Allah! Ben tükürdükçe, tükürüklerimin ıslaklığı dudaklarıma bulaşıyor. Neden acaba? Ellerimle uzanıp silemiyorum da; ellerim sanki, aşağılarda bağlanmış gibi. Tabii canım! Böyle anormal şeyler rüyalarda olur. Hani insan kaçmak ister, kaçamaz, filan ya! Rüya, rüya! Rüyadayım. Uyanıp da şu dudaklarımı bir silmeliyim... 

Uyanma kararıma rağmen niye hala karanlık içindeyim? Neden hala kollarımı kıpırdatamıyorum? Demek ki, uyanamamışım... 

Yoksa uyanık mıyım? Düşünüyorum. Düşünmek istediğim her şeyi düşünebiliyorum. Hiç olmayacak bir şey de düşünebilirim. Örneğin, altılı ganyanda altıyı tutturduğumu. Evet! Böyle istediği her şeyi düşünebilen biri uykuda olamaz. Şu an uykuda muykuda değilim! İşte, kafamı da sağa sola döndürebiliyorum. 

Yüzümün hemen üzerinde soğuk, pürüzsüz, mermeri andıran bir tabaka var. Sırtımdaki soğukluğu da hissedebiliyorum. Bu iki soğuk zemin arasında, zifiri karanlık içinde, kıpırdayamadan yatar haldeyim. Bunun bir anlamı olmalı.

Ölmüş olabilir miyim? İçinde bulunduğum bu soğukluk mezarım mı acaba? Toprağın altında gömülü müyüm? 
İnsanların, öldükten sonra kabir içinde dirileceklerini duymuştum. Acaba şu anda olan bu mu? Evet, durumum buna benziyor. Az sonra sorgu melekleri gelecek ve bana kabir azabı dedikleri şeyleri yaşatacaklar.

İyi ama nasıl ölmüş olabilirdim ki? Vallahi hiçbir şey hatırlamıyorum. 

Yoksa...

Yoksa Gül mü öldürdü beni? Acaba, öldürüldüğünü anlayamayacağım bir şekilde uyutup zehirleyen bir şey kattığı kahve mi içirdi? Aman Allah’ım, olabilir mi öyle bir şey! Evet, sık sık sarhoş olup gelirim eve, bu yüzden benden nefret eder; ama bu beni öldürmesini gerektirecek bir şey değil ki! Yok, yok, Gül öyle bir şey yapmaz. Olsa olsa sarhoş geldikten sonra, ani bir kalp krizi geçirip öldüm... 

İyi de, şu an gerçekten ölü müyüm? Bir ölüysem, niçin böyle yorumlar yapıp duruyorum? Hey Allah’ım, yarabbim! Neler olup bittiğini bir anlayabilsem...

Kollarım, bacaklarım yok gibiler. Gövdemin üstünde ağır bir kıskaç, kıpırdatmıyor beni; kafamdan başka kıpırdatabildiğim hiçbir organım yok. Kıpırdamak için kendimi zorlayınca bir ağrı oluştu. Canım acıyor! Oysa ölülerin canı acımaz. Yok, ölü değilim, bu kesin… 

Ağrı şiddetini arttırmaya başladı. Aman Allah’ım, bu da ne! İyice şiddetlendi ağrılarım. Dayanılacak gibi bir ağrı değil bu; ölü değilsem de, gerçekten ölüyorum işte! 
“Ah… Allah’ım! Allah’ım, günahlarımı bağışla! Ne olur! Of!...” 
Ölüyorum... 

“Eşhedü enla ilahe illallah. Ve eşhedü enne muhammeden veresulühü.” 

Ölmeden önce iki rekat tövbe namazı kılabilseydim… Namaz kılmayı biliyor muyum? 

Biliyorum, biliyorum, ilkokul öğrenciliğimin son yılına kadar oturduğumuz İncikköy’de, cami imamı, Kur’an okumayı da, namaz kılmayı da öğretmişti bana; hatta hatim indirttiği için annemin hocaya bir bohça içinde hediyeler verdiğini de hatırlıyorum. İşte o köydeki on bir yaşındaki çocuk, ben gözlerimi yumup ona bakarken, o yavaşça, “Niyet ettim Allah rızası için iki rekât tövbe namazı kılmaya,”diyerek namaza durdu. Ben de onunla birlikte niyet ederek, tıpkı onun gibi durup, başlıyorum namaz kılmaya...

İkimiz de namazlarımızı kılıp, bitirdikten sonra, evvela sağ tarafa, sonra da sol tarafa, “Esselamü aleyküm ve rahmetullah,” diye selam vererek namazı bitiriyoruz. Ellerimi kaldırıp, avuçlarımı açıyorum. Tam da dua etmeye başlayarak tövbe edecekken, on bir yaşındaki çocuk, terk ediyor beni, yok oluyor. 

Ben, kendi başıma, “İşlediğim tüm günahlar için tövbe ediyorum. Tüm günahlarımı affet Allah’ım!” diye dua ediyorum. 
Duam bitiyor, ama hala ölmüyorum. Haydi ama, ölsem ya! 
Sağ omzuma aniden temas eden bir şey, ani bir refleksle korkup silkinmeme sebep oluyor. O ise, her silkelememden sonra, inatla, temasını sürdürüyor. Alışıyorum. Talebimi seslendirerek, omzuma tırmanmasına izin veriyorum. 
“Boyun damarlarımdan ısır ve zehirleyerek öldür beni…”
Tırmanmaya başlıyor, sivri ayak parmaklarının etime battığını hissediyorum onun. Bir akrebi andıran yürüyüşü var, ya da bana öyle geliyor. Onun attığı her adımı duyumsuyorum. Omzumu boydan boya tırmanıp boynuma ulaşıyor.

“Haydi, şimdi tam sırası! Isır! Isırsana lanet olasıca! Isır!”
Sözümü dinlemiyor. Çenemi, sonra dudaklarımı yürürken, sabırla bekliyorum. Burnuma sokuluyor. Burun deliğime ilk temasında ise müthiş bir kaşınma duygusu oluşturuyor. Bu ellerime ihtiyaç duyduğum bir an, elimi kaldırarak gidişen yeri öyle bir ovuşturmalıyım ki… Üst üste hapşırıyorum. Böcek ise oradan uzaklaşmamak kararlılığını sürdürüyor. Dayanamıyorum ve suratımı yukarımdaki kaygan zemine uzatarak sürtmeye başlıyorum. Böceğin, “çıtırt” diye bir ses çıkartıp, ezilerek suratıma yayıldığını hissediyorum. Kaşıntım geçinceye kadar sürtüyorum burnumu…

Tam da o arada müthiş bir uğultu ile birlikte sallanıyoruz. Toza, toprağa gömülüyorum. Nefes almamı önlüyor bu karmaşa. Tozla karışık bir havayı kesik kesik, milim milim çekiştirerek hayata tutunmaya çalışıyorum. 

“Deprem! Deprem olmuş… Burada sıkışıp kalmam o yüzdenmiş…”

Hava boşluğumdaki toz duman oturdu, daha rahat nefes alabiliyorum. Ağrılarım da hafiflemekte. 

“Ben iyiyim de Gül ne oldu acaba? İnşallah kurtulmuştur. Ya öldüyse?...

“Allah’ım, şayet öldüyse, o iyi insanı cennetinde ağırla, lütfen ona iyi bak!”

Kasıklarımda keskin bir işeme hissi peydahlanıyor. Evet, kalkıp tuvalete gitmeliyim, ama ne mümkün. Tutma gayretindeyim, fakat nereye kadar; vazgeçiyorum tutmaktan, salıveriyorum. Ilık bir sıcaklık oluşuyor göbeğimin çevresinde. En azından bu sıcaklığı hissetmekle aşağılarımda bir felçleşme olmadığını anlayarak memnun oluyorum.

Vücudumdan beynime ulaşan hiçbir acı hissi yok, çok sağlıklı hissediyorum kendimi; hiçbir ağrı, sızı, düşkünlüğüm kalmadı. Buna memnun oldum, çünkü acıya hiç tahammülüm yok. 

“Allah’ım, kurtar beni... Sana bir daha ağzıma içki değdirmeyeceğime dair söz veriyorum. Sana bilerek hiçbir günah işlemeyeceğime söz veriyorum…” 

“Bu ne lahana turşusu, ne perhiz? Az önce, yok sana itikadım, diyen sen değil miydin?”

“Hayır, hayır, sana, senin varlığına inanıyorum Allah’ım; bir kurtulursam bunu ispat edeceğim… Yemin ederim ki, beş vakit namazımı kılarak ispatlayacağım bunu. Hiç aksatmadan, kılacağım.” 

“Ya, ne demezsin... Kendi yalanına kendin inanmıyorsun ki, Allah, nasıl inansın…”

“İnan ki, Allah’ım…”

“Kandır, kandır. Allah enayi ya, kanar belki…”

Sonsuza dek sürecekmiş gibi karanlık… Gözlerim alıştığı için mi, yoksa bir yerlerden belli belirsiz bir aydınlık mı yansıyor, bilemiyorum, ama zifiri bir karanlık yok aslında. Görebildiğim bir şey de yok. Algıladığım şu aydınlık, bir yerlerden yansıyan bir aydınlık ise gündüz olmuş olmalı.
Gaipten gelen bir başka uğultu tırmalamaya başlıyor kulaklarımı.

“Neler oluyor?”

Nasıl bir ses? Ayırt edemiyorum ne sesi olduğunu… 
Gaipteki ses, netleşmeye başlıyor. Sanki bir makine sesi o… 
“Kurtuldum mu?”

Bir toz bulutu çöküyor hava boşluğuma ve bir demet ışık sızıyor oradan. Ardından bir ses tınlıyor: “Sesimi duyan var mı?”
Milyon kez tekrarlayarak, “buradayım,” diye inliyorum. 

*

Gül, hastanedeki yoğun bakım işkencesinden sonra odama nakledilirken, baş ucumda bitiyor. Bense bir şarkı tutturmuşum ki, laf atmasa fark etmeyeceğim onu.

“O! Şarkı söyleyecek kadar iyileşmişsin bakıyorum da…”

“Ben her yerde şarkımı söylerim. İster tuvalette, ister sokakta, ister enkaz altında, ister hastanede... Ben şarkı söylediğimin farkındayım ya; iyileşmişim, iyileşmemişim,bana ne!”

“Nasılsın hayatım?”

“Huzurluyum. 

“Huzurlusun! Çok iyi... O enkazın altından sağ çıktığın için mi?”

“Hayır! Onun için değil!”

“Ya niçin?”

Duyduğum huzuru tarif edebileceğim sözcükleri düşünürken, “Ben huzurluyum, ama bunun sebebi o enkazın altından sağ çıkmış olmam değil...” diye bir şeyler mırıldanıyorum. Anlatmak istediklerimi anlatamıyorum bir türlü; pek çok şey anlatmak istiyorum.

“Bana kavuştuğun içindir!”

Sesli düşünüyorum. 

“Değil... Evet... Enkazın altından kurtulmuş olmak, sana kavuşmak, hepsi çok iyi şeyler ama şu anda huzurlu olmak için gerekçem bunlar değil...” 

Kararımı veriyorum ve söylüyorum ona : “Ben, o gece beni terk etmiş olduğun için böyle huzurluyum!”

“Öyle mi? Bu seni mademki bu kadar çok huzurlu kılıyor, yine terk ederim.”

“Olabilir. Gene bir iyiliğe vesile olacaksa, neden olmasın?” 

Yüreğimi ellerime alıp, giderken götürmesi için, ellerine teslim ediyorum. “Al, giderken bunu da götür, eti senin olsun kemiği benim, istediğin gibi eğit.”

Acıyarak bakıyor bana. “Seni hiçbir zaman terk etmem...” diyor.

“Seni çok üzdüm...”

Yok! Yanılmışım. Acıyarak değil, severek, sanki alıp beni içine sokuverecek gibi bakıyor, “geçmişte olanlar beni incitemez,” derken... “Geçmişi muhakeme etmek yerine, geleceğimizi hazırlayalım.”

“Bu ağır koşulların altından kalkabilirsek...”

“Koşullarda ve kişilerde de beni incitebilecek hiçbir güç yok, hiçbir şey beni incitemez. Hiçbir şey beni rahatsız edemez.”

“Bu günü yaşıyoruz ama geleceği değil...”

“Geleceğe güveniyorum. Bunun için hiçbir şey bize karşı değil. Tüm hayat bizim iyiliğimiz için.”

“Bu konuda içim rahatsız ama...” Aması var işte!

Kendimi bildim bileli, okumayı ve yazmayı sevmişimdir. Emekli olmayı en çok bunun için istemiştim. Yazdıklarımı derleyip toparlamak için bol bol zaman ayırabileceğimi düşünmüştüm. Emeklilik günlerim için planım buydu, böyle yaşayacaktım emeklilik günlerimi. Kalan ömrümü bilgisayarımın karşısında yazdıklarımı tek tek, sözcük sözcük tekrar düşünüp gözden geçirerek, temize geçirerek geçirecektim günlerimi. Önemsediğim şey yazmaktı. Yazdıklarımın yayınlanmasının hiç önemi yoktu...”

“Neden içiyordun öyleyse? Yazsaydın ya…”

“Emekli olduktan sonra ise, yazdığım öyküleri, ufak tefek notları, tek tek elden geçirip, toparlamak kadar sıkıcı bir şey daha olamayacağını düşünmeye başlamıştım… Sabahları uyandığımda, yaşadığım hayatın karşıma dikilip, sürekli, yolun sonuna geldin işte, yok olacaksın, diye haykırmasından sıkılıyordum.”

“Her gün yeniden yok olup yeniden var olabilirdin...”
“Enerjimi her gün yeniden, yeniden, bir kez daha, biraz daha yok olmak için sarf etmeyi tercih ettim... İçtim,içtim… Lanet olsun…”

Tavana doğrultuyorum parmağımı: 

“Ona söz verdim ama... Bir daha içmeyeceğim.” 

Karım da merakla başını kaldırıp, tavandakine bakıyor.

*

Bende ki değişikliğe herkes şaşırmıştı. Ganyan Bayiindeki, meyhanedeki tanıdıklar, onlarla sıkı fıkı görüşmelere son verdiğim için şaşırmışlardı. Aile bireylerim ile yakın akraba ve komşular, onlarla sıkı fıkı ilişkiler kurmaya başladığım için şaşırmışlardı. Her şeyi çok bilen herkes, ağız birliği etmişçesine, deprem şokuyla kafayı üşüttüğüm için, bendeki bu davranış bozukluğunun başladığını fısıldaşıyorlardı.
Kafayı üşütmediğime, eskiden üşütmüş biri iken, şimdi olmam gerektiği gibi, normal bir insan haline geldiğime ikna edebildiğim tek insan, oğlum Cevat olmuştu. Baba oğul gibi değil de, iki arkadaş gibi olmuştuk onunla… 
Televizyon karşısında uzanmış, Gül’ın çok sevdiği, onu çok sevdiğimden dolayı onun sevdiği her şeyi ben de çok sevdiğim için, çok sevdiğimiz bir dizi filmi seyrediyorduk. 

”Baba, bir dakika gelebilir misin?”

Cevat, beni annesinin yanından kendi odasına çağırdığında, katiyen gocunmadım, gittim. 

“Efendim oğlum?”

“Ben Ankara’ya gidiyorum. Özlem ile son bir kez konuşup, barışmamakta ısrar ederse, bu işi bitireceğim.”

Özlem, iki yıldır tanıştığı, ama bana henüz anlattığı sevgilisiydi.

Oğlumun çektiği üzüntüden etkilenerek, onunla konuşmaya karar verdim. Odadaki çekyatın kenarına oturdum. 
“Aşk mücadele ister! Öyle ufak tefek pürüzler var diye hemen bitirilecek bir şey değildir aşk. Tam tersine, mücadele edilip ayakta tutulmalıdır...” diye konuşmaya başladığımda;
Cevat, “Üç aydır düzelmiyor işte...” diyerek karşı çıktı.
Samimi duygularımı, ona açıklıkla anlattım. 

“Düzeltmek için verici olabilmeli... Aşkı ayakta tutabilmenin kendisi dışındaki teferruatları bir kenara bırakabilirsen problemler düzelir. Karşındaki ne istiyor? Ona istediğini verebileceksin... Maddi manevi her şeyi verebileceksin... Örneğin, senden annenle babanla görüşmeni istemiyorum derse, ona bile olur diyebileceksin. Ya da, paranı, malını isterse, donuna varıncaya kadar her şeyini verebilmelisin... Yani bunlar uç örnekler diye kafanı karıştırmasın. Demek istediğim şu: Verebilmelisin ki, alabilesin... Ankara’ya git ve onunla konuşurken yapıcı ol, ancak öyle düzeltirsin aranızı.”

*

İki gün sonra, Ankara’dan telefon geldiğinde, oğlumun kız arkadaşıyla arasının düzelmiş olmasını umut etmiştim, ama telefondaki konuşma tamamen başka mecrada başlamıştı.

“Baba...”

“Efendim oğlum, ne var?”

“Ben... Terbiyesiz konuşabilir miyim?”

“Ne terbiyesizliğiymiş o? Konuş bakalım!”

Cevat ağlayarak, “Verebilmelisin ki, alabilesin,demiştin ya…” dedi.

“Evet, öyle oğlum. Başka bir yolu yok, inan ki…”

Garip oğlum, hıçkırıkları sürerken, “veremedim işte, veremedim…” diye haykırdı.

“Ama oğlum, vermelisin…” diyordum ki,
Cevat çok üzgündü. “İstediğini veremezdim; çünkü, benim erkekliğim uyanmıyor...” diye ekledi.

Açık seçik telaffuz edilen bu sorun karşısında afalladım. 

“Allah Allah! Doktora çık, öyleyse... Ben ne yapabilirim?...”

Cevat, ağlamayı sürdürerek, “Kız arkadaşım bu yüzden barışmak istemiyor...” diye ısrar etti.
Allah’tan, hat kesilip de telefon kapanınca, Gül’a, “Bir daha ararsa, baban yok de, konuşmak istemiyor de, ne dersen de ama beni konuşturma şununla Allah’ını seversen!...” diye söylendim.

Gül, uzun zamandır görmediği gibi, sinirli olduğumu görünce pek şaşırdı. “Ne oldu da sinirlendin böyle?” diye sordu.

“Beyzade erkekliği uyanmadığı için sevgilisiyle sevişemiyormuş da, bana dertleniyor. Tövbe, tövbe... “ diyerek söylenmeyi sürdürdüm.

Gül, kızarak, “Sen bu kadar babasın işte! Ne olur, çocuğa bir yol gösteriversen…” diye söylenmeye başladı. 

Ona, eziklikle, “Yahu, kelin merhemi olsa kendi başına sürer!” dedim.

…/…

( Deprem. başlıklı yazı AliKemal tarafından 12.08.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu