BİR TUTAMLIK BULUT
Beşinci
katta; yatalak, emekli polis Murat amca vardı ya, nihayet ayrılmış yatağından. Herkes ona öncelik tanırken o, ben dahil üç
kişiyi yol verdi. Seni de yoldaş eyleyecekken terk eylemiş mekanı. Ölüm meleği, onun bir tutamlık bulutunu teslim
aldıktan sonra, yürekleri dağlayan feryadını duyunca senin yattığın odaya
inmiş. Bunca ıstıraba daha fazla dayanamayacağını sanıp, bir solukluk havayı salıverir
diye beklemiş bir süre. Acılar içinde
kıvransan da yaşam için direndiğini anlayınca ayrılmış yanından. Bizim gruba
düşen Murat amcanın bir tutamlık bulutu söyledi bunları bana.
Emekli polisin öldüğü söylenmemiş
sana Asiye hanım.
Seni görmek istedim.
Sağ olsun, bir meleğin güvencesinde gönderdi beni grup berzahı.
Bıraktığımda oldukça kiloluydun. Neredeyse bir deri bir kemik kalmışsın. Çene altı ve kollarındaki derilerin sarkmış. Uyuşuk bir halde olduğuna göre, dayanılmaz acılardan biraz olsun uzaklaşman için belli ki morfin verilmiş . Öyleyken bile, acı çektiğin yüzündeki derilerin gerilmesinden belli oluyor. Berbat bir hastalığa yakalanmışsın Asiye hanım. Vücutta olmayan bir tutamlık bulutta fiziksel bir üzüntü oluşmuyor. Bu nedenle o duygudan yoksunum… Sevinçten de mahrumum. O tür duygular, beden ve bir tutamlık bulutun birleşip can olduğunda açığa çıkıyormuş…
Büyük kızımızla odaya giren kadın kim? Seni çevirip kalçanı açtığına göre bakıcın olmalı. Makatındaki o büyük yara ne öyle? Üzüntü hissetmesem de , “Üf…Üf…” demekten alıkoyamadım kendimi… O yara, kanserli hücrelere karşı koymaya çalışan iyi hücrelerin amansız mücadelesi. Yaranın büyüklüğüne bakılırsa, seni savunan hücreler savaşı kaybetmekte…Pankreas kanseri dedikleri bu illet, içini kemirmenin yanında dışarıdan da yok etmeye çalışıyor seni... Şu durumda hâlâ yaşadığına bakılırsa, yaşam direncin oldukça kuvvetliymiş Asiye hanım…
Kızımız,fokur fokur kaynar görünümlü yaradan iğrenmiş olmalı ki, öğürerek dışarıya çıktığına göre evlattan yana da korumasız kalmışsın Asiye hanım…
“Ölse de şu mendebur hastalıktan kurtulsa,” diyerek ölmeni istiyor büyük kızımız. Benden çok sana düşkündü. Bir anlamda, “Ölse de kurtulsak” dediğine göre hasatlığının ağır şartlarından soyutlanmış. Yaşam koşulları, sevgi bağlarını koparıyor işte böyle…Oğlumuzla küçük kızımızın da sana karşı ablalarından farklı olacaklarını sanmıyorum. Çünkü onlar, bize karşı daha mesafeliydiler. Hele küçük kızımız, küçüklüğünde bile kendi bokundan midesi bulanan bir yapıdaydı…Annesinin şu haline hiç katlanamazdı…
Aferin bakıcı kadına. Yarana bir şeyler sürdü. Sardı sarmaladı kalçanı. Elini kalbine götürüp yaşam atışlarını kontrol etti. Alnının derin çizgilerinde biriken terleri aldı kağıt havluyla. Acıyarak değil de, şefkatle baktı ölgün yüzüne…
***
Odaya giren kadın tanıdık geldi bana. Fadik kadın bu. En yakın dostun sandığın kadın… Senin iyi niyetinden hep yararlanmak isterdi bu Fadik…Kuyruk sallardı bana. Sana ihanet etmekten değil de, kocası iyi bir komşu olduğu için hep uzak durmaya çalışırdım bu ikiyüzlü kadından. ..Kalp krizi geçirip, insanların göremeyeceği “bir solukluk görünmez bulut” halinde apartman içinde dolaşırken o kadın;
“Namazı niyazı yoktu. İçki içerdi. Mezar da kabul etmez onu. Etse bile pek fena kabir azabına uğrar. Nekir ve Münkir meleklerinden adamakıllı tokmak yer, ” diyerek benim hakkımda kov geçiyordu yeni gelen komşu bir kadına. Umduğunu bulamadığı için sözde intikamını alıyordu benden.
“Ölenin ardından konuşulmazmış” derler ama ne yazık ki hiç uyulmuyor buna. Yarın, senin hakkında da olmadık şeyler konuşulacak Asiye hanım…
“Ah! Ahh!.. Yanıyor, kavruluyor içim!..”
Keşke hep morfinin etkisinde kalıp, böyle feryadı figan etmeseydin Asiye hanım. En azından acını dökmez olurdun ortaya. Bakıcı kadın, senin bu yakınışından etkilenirken Fadik kadın, ürküntüyle bakındı.
“Allah’ım! Sana ne yaptım ki bu ölümcül hastalığa yakalattın beni? Neden canımı alıp bu dayanılmaz azaptan kurtarmıyorsun beni?”
“Allah’a isyan etme. Tövbe et. Yoksam, cehennem azabından önce çok fena kabir azabı çekersin,” diyen Fadik kadına çok fena kızmak isterdim ama bundan da yoksunum ne yazık ki.
“Azapların anasını çekiyorum ben,” diyerek çektiğin acının şiddetini belirttin Asiye hanım… Dik tutamadığın başın yana düşünce, “Öldün mü yoksa?” diyecek oldum. Bakıcı kadın ölmediğini anlamış ki, yana yatırdı başını… İlaç ve su içirdi sana. Derin bir uyku haline girdiğini anlayınca yanına oturup elini kavradı. Giderek canlılığını yitirmekte olan yüzüne şefkatle bakarken iç geçirdi.
“Günahkar bir kadın ki dayanılması güç acılar çekiyor,” diyen Fadik kadının işlemeli torbasından çıkardığı dergi türü kitabı tahmin ettim.
“Mundar gitmesin diye Yasin okuyayım,” deyince kızgınlık emaresi gösteremediğim için tepki veremedim.Bakıcı kadın, yüz ifadesiyle bozulduğunu belirtse de ses etmedi. Türkçe alfabe ile yazılı Yasin okunmasını huşu içinde dinlemeye başladı.
***
Asiye hanım ve Fadik kadın, sizlerin bildiği ya da sizlere öğretildiği gibi değil ölüm sonrası.Yüce Kudret, can almıyor Asiye hanım. Vücut, türlü şekillerde yaşam direncini yitirince can denilen bir solukluk hava boğazdan çıkıyor ve bir tutamlık bulut şeklindeki bu canı bir ölüm meleği alıp, berzah alemine götürüyor. Kıyamet koptuğunda, bir daha ölmemek üzere oluşacak yeni bedenine girmek için.
Fadik kadın, kabir azabı denilen hurafeyi, kendi ve senin kafana sokmuş olabilir. Bu dini kirlilik, ilk zamanlarda insanların dini görevlerini yerine getirmeye yönelik iyi niyetli bir öğreti olarak dile getirilmiş olabilir. Ancak zamanla, gerçek gibi ifade edilmeye başlanmış. Kabir azabı diye bir azap yok Asiye hanım. Canlı bir beden azap ve acı çekiyor. “Öküz öldü, ortaklı bozulduktan” sonra ne beden ne de “bir tutamlık bulut” acı, sızı, sevinç ve üzüntü duymuyor…
Ani ölümlerde kasılı kalıyor benden. Yaşama dair dışarıdan bir uygulama olduğunda,dışarıya çıkan bir solukluk hava geriye dönüyor. Şiddetli kalp krizi geçirdiğimde, boğazımdan çıkan bir tutamlık bulutu, göğsüme yapılan şok basınçlar süresince başucumda bekletti ölüm meleği. Ne yapıldıysa olmadı. Beden geri almadı beni. Alsaydı eğer, tekrar canlanacaktık…
Ani ölümle kaslarım kasılı kalsa da kısa süre sonra bıraktılar kendilerini. İlk başta, kas boşalmasıyla sidiğini tutamadı vücudum. Meniyi de dışarıya akıttı. Kanım, bedenin altında toplanmaya başlarken soğumalarım arttı. Gözlerim kapatıldı. Düşmekte olan çenem bağlandı. Ayaklarım çarpılmasın diye kösteklendi. Derim, kararmaya ve morarmaya başladı.
Öldükten sonra vücut savunması yok olduğu için, karındaki bakteriler hemen yemeye başlıyorlar seni. Soğuk bir yerde olsan bile üremelerine engel olamıyorsun. Bunun sonucu berbat bir koku yayıyor bedenin. Bu koku, dışarıya vurmasın diye makatın, ağzın ve burnun tıkanıyor…
Kaslar işlevini yitirdiği için deri de çekiliyor. Tırnaklar uzamış gibi bir görüntü çıkıyor ortaya.
Ve, cesedin mezara konuyor. Orada, ne kabir azabı çekiyorsun ne de sorulanlara yanıt verebiliyorsun. Canlılığını yitirmiş et ve kemik yığınısın artık. Bu dünyada yaptıklarının cezasını çekmek ya da ödülünü almak için kıyamet günü dirilmek üzere toprak olmaya başlıyorsun. Mezardayken, bakterilerin çıkardıkları gazlar yüzünden karnın patlıyor, göğsün çöküyor. Karın patlaması ve göğüs çökmesi, mezar dışından bile duyulacak kadar ses çıkarıyor.
Ölümün kırkıncı günü kaslar, kemiklerden sıyrılmaya başlıyor. Bedenin ıstırabı dinsin diye, ölü sahiplerince bazı dini görevler yerine getiriliyor ve hayır amaçlı yemek veriliyor.
Mezara konan vücut, tam bir takım çalışmasıyla çürüyor. Karın kısmındaki bakterilerin yanı sıra dışarıdan da börtü böceğin saldırısına uğruyor vücut. Et sineği, göze ve burnun içine larva bırakıyor. İşte bu kurtlar da saldırıyor ete. Ta ki, kemikler ortaya çıkana kadar devam ediyor bu istila…
Kabir azabı bunlardır. Bunları bilen birisi, ölen yakını için bunlardan dolayı da azap duyar. İnsan, canlı iken azap çeker.
***
Ellili yaşlara kadar çok iyi bir eş ve kadındın Asiye hanım. Sonra sonra değişmeye başladın. Beni de güdümüne almaya kalktın. “Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani” dememe rağmen egemen olmaya kalkıştın bana. Çevrendeki, kadınlıktan yoksunlaşarak erkekleşen bazı kadınların telkinleriyle o güzel kadınlık olgularından sıyrılıp değişime uğradın. Altmışlara doğru, benden fazla erkekleştin. Eski halini istedikçe inadına uzaklaştın benden. Sanki, eskiden yapmıyormuşum gibi, diş gıçırdatmamı bahane ederek ayrı odada yatmaya başladın. Önceleri coşkulu iken, arada bir yanıma uzanarak beni eksikli duruma düşürmekten keyif alır oldun. Tüm bunların sonucunda, iki yabancı gibi olduk evde. İşte o dönemde, Fadik kadınla sana ihanet etmek önemsiz gelirken kadının kocasına daha çok değer verdim. O nedenle Fadik kadınla seni aldatmadım…
Ellili yaşlara kadar ne kadar huzurlu ve mutlu karı kocaydık. Bazı hafta sonlarında, rakı şişesiyle süslediğimiz sofrada ufaktan atıştırırken hafiften şarkıya başlardın. Arada, ben de eşlik ederdim sana. Huzur ve mutluluğumuz, çocuklarımıza da yansırdı. Onların da bazı şarkılarda bize katıldıkları olurdu. Hele;
“Karar verdim içmemeye” şarkısını söylediğinde pek keyiflenirdik…
Sana söylemedim ama, erkekleşmeye başladıktan sonraki kırıcı tartışmalarımızda hep şunu söylerdim içimden.
“Ah kadın! Keşke elli yaşına girdiğinde ölseydin…”
Benim dünyamda iki kadın oldun Asiye hanım. Ellili yaş öncesi, ideal bir kadın ve anne idin. Sonrasında ise, her şeyi sorun yapan, kocasıyla evlatları üzerinde baskı kurmaya kalkan huysuz bir kadın oldun. Üstelik, yeni eşyalar edinme tutkusuna kapılan bir kadın…
---
Vücut, bir sebebe dayalı olarak yaşam direncini yitiriyor. Bende bu direnç, kalp krizine karşı koyamadı. Belli ki sen de pankreas kanserine yenik düşeceksin…
Yaşam direncini yitirdiğinde, boğazından çıkan “o bir solukluk hava ya da bir tutamlık bulutu” ölüm meleği alarak bizim aleme getirecek Asiye hanım. Belli olmaz, belki bizim gruba düşersin. Yine birlikte olabiliriz. Sadece, “birer tutamlık bulut” olarak…
“Orası nasıl bir yer?” diye sorarsan eğer, bunu anlatamam. Koruma meleğim de izin vermez zaten. Şu kadarını söyleyeyim. Müthiş ıstırap çeksen de yaşamaya bak Asiye hanım…
Veysel Başer