İlkokul ikiye gözü yaşlı başladı oğlan. Orman idaresi, tomruk kesim ve sürütme paralarını vermediği için yayla mahallesinde oturan babası giyim kuşam alamamıştı. O yüzden pırpıt ve yamalı üst baş ve çarıkla gitmişti okula. Gözyaşlarına dayanamayan dedesi, Dumlupınar pazarına götürüp, yeni elbise ve kara lastik de olsa ayakkabı alıvereceğini söylediğinde dünyalar onun oluvermişti.
Okula
başladıktan dört gün sonraydı. Dumlupınar pazarına gitmek üzere dedesiyle
birlikte, tan yeri ağarırken çıktı avlu kapısından. Ebesinin hayır
dualarıyla…Uyku mahmurluğu içinde değildi. Pazara gitme heyecanıyla sık sık
uyanıp, şafak söküyor mu diye pencereden baktığı halde… Beş koyun ve bir eşekle
koyuldular yola. Köyün harman yerine varınca diğer pazarcıların arasına
karıştılar. Satılmak üzere epey hayvan
götürülüyordu. Küçük bir koyun ve keçi sürüsü gibiydi toplu sürülenler. Dört
beş dana da, sahiplerince yedilerek götürülüyordu. Pazarcılar,
harman yerini geride bıraktıklarında, güneşin ilk ışıkları da Murat Dağı’nı “merhaba”
diyordu... Köyün mezarlığı geçilirken büyükleri gibi oğlan da, ölülerin
ruhlarına dua okudu.
Bir
süre gittikleri köy yolundan ayrılıp, Dumlupınar’a kestirmeden ulaşan dağ
yoluna saptı pazarcılar. Hem dar hem de bazı yerleri epey dik olan, kağnın zor
gidip geleceği yolda yürüyorlardı. Oğlan gibi, eşek ya da beygir üzerinde
gidenler de vardı tabi. Orman içindeki bu
yoldan gidilirken küçük bir alanda mola verildi. Hayvanlar yaylıma bırakıldı.
Aç karnına yola çıkanlarca yer sofraları kuruldu. Oğlan, dedesinin
hazırlayıverdiği, içi tereyağlı bazlamayı iştahla yedi. Üzerine de, çeşmenin
buz gibi suyunu içti.
Hayvanlar
otlatıla otlatıla yol alındığı için akşam karanlığında, etrafı karaçam
ağaçlarıyla çevrili büyükçe bir alana
varıldı. Öteki köylerden getirilen hayvanlarla doluydu alan. Yakılan ateşlerin
başında yığınla insan vardı. Alanı ayıran yolda ilerlerken, oğlanın burnuna öyle
güzel bir koku geldi ki,.. Kokladıkça içine çekti…Şimdiye kadar hiç duymadığı bir
yiyecek kokusuydu bu. Yolun yan tarafında yakılan bir ateşe yaklaştıkça burnuna
daha çok gelmeye başladı koku. Ateşe yaklaşırken başını çevirip baktı. Ateşin
közünde bir şeyler pişiyordu. Pişerken tüten ve güzel koku yayan bir şeydi
onlar…Et kokusuyla birlikte sarımsak ve kekik kokusu da yayılıyordu o pişen
şeylerden… Yemek yiyen adamlardan birisi, bıçağın ucunu batırarak alıp örtü
sofrasına koydu birkaçını. Bıçakla böldü onları. Beş altı kişiydiler. Hemen
yemeye koyuldular. O şeyleri ağzına
atanlar, parmaklarını da yalıyordu. Demek ki çok tatlı şeydi o yedikleri. Öyle
bir canı çekti ki oğlanın, ağzı sulandı…Bölünen şeyi olduğu gibi yerdi…Belki
verirler diye durup baktı o şeyi yiyenlere. Bakınırken yutkunduğunu gördükleri
halde bir tıkım bile vermediler… Arkasından gelen köylüsü, “Yürü,” deyince, boynunu
bükerek, ağzının suyunu yutarak yürüdü… Giderken, “o adamların yediklerinde
belki bizim köylülerde de vardır. Yerlerken bana da verirler” diye umut etti…
Bu
köyün pazarcıları yer buldu alanda. Hayvanlara ot verildi. Ateş yakıldı. Oğlan,
kokusu hâlâ burnunda olan o şeyden pişirileceğini umarak sevindi. Ateş biraz
harlayınca, genişçe bir örtü sofrası kuruldu. Torbalardaki yiyecekler kondu
ortalara. Peynir, soğan, domates, biber, haşlanmış yumurta. Kokusu pek güzel
şeyin köylülerinde olmadığını, ateşin de, aydınlık vermek üzere yakıldığını anlayınca iç geçirdi oğlan. Karnı
aç olduğu halde, yiyeceklerden yemek istemedi canı. Közde pişen, güzel kokulu o
yiyecek gözünün önünden gitmiyor, canı onu çekiyordu. Garip garip bakınırken;
“Yesene
oğlum,” dedi dedesi.
Oğlanın,
bir tek yumurtaya gitti eli. O bile zor geçti boğazından. Dedesinin kulağına, çişinin
geldiğini söyledi. Birlikte öteye gittiler. Geri döndüklerinde dedesinin;
“Otur. Karnını iyice doyur,” demesine rağmen sofraya oturmadı. Ateşin başına çömeldi. Sofra kaldırıldığında,
dedesinin serdiği kepeneğin içine büzüldü. O güzel koku burnundaydı hâlâ. Ateşte pişen o
güzel kokulu o şeyler geldi gözünün önüne.
Ağzı
gine sulandı…
Uyandığında şafak söküyordu. Çiş yapmak için az ötedeki üç dört çam ağacına doğru giderken sancı hissetti önünde. Çam ağacının arkasına geçti. Çükünü çıkarırken daha fazla acı duydu. Çiş yaparken de acı biber sürülmüş gibi yandı çükü. Eğilip bakınca ürpertiyle korktu. Sidiğini üstüne serptirdi. Çükü, kocaman olmuştu. Fazla oynayınca ya da bazı sabahlarda şişerdi emme hiç böyle olmazdı. Bu defa pek beter şişkindi. Ağlayacak gibi oldu. Köyden başkaları olmasaydı, ağlayarak dedesine giderdi ama, “köylülerim öğrenir, maytap geçerler” diye ağlamadı...
Utandığı için çükünün şiştiğini dedesine söylemedi oğlan. “Gece uyurken böcek ısırmış” diye yordu şişkinliği. Geçer diye umut etti. Eşeğe binince, semerin önü hepten acıttı şişkin çükünü. Yürüyeceğini söyledi dedesine.
“Yolumuz epey uzak. Yorulursun,” dedi dedesi.
“Yorulmam,” dedi oğlan. Eşekten inerken de acıdı önü. Yürüdü. Bacaklarını aça aça…Henüz sünnet olmadığı halde, yeni sünnet olmuş oğlan çocuğu gibi…
Geceyi yaylada geçiren pazarcılar, kuşluk vakti indi Dumlupınar’a. Hayvan pazarına geniş sokaktan gidiliyordu. Oğlan, yürürken etrafına da bakınıyordu. Evler, köydeki evlerden daha güzeldi. Çoğu beyaz badanalıydı. Bazı pencereler boyalıydı. Sıra sıra dükkanlar vardı. Cami, pek heybetli ve güzeldi. Mektep, iki katlı koca bir hanay gibiydi. Bahçesi genişti. Öğrencilerle birden cıvıl cıvıl oluverdi bahçe. Çocuk bolluğuna hayret etti. Epey kız vardı. Başları açıktı. Köydeki okulda kız öğrenci yoktu. Büyükler, “Kız kısmının mektepte ne işi varmış,” dermiş. Ondan dolayı okula gönderilmiyormuş kızlar. Buradaki öğrencilerin hepsi önlüklüydü. Çoğunun ayakkabısı parlak boyalıydı. Baktı kaldı oğlan. “Demek ki kasaba çocukları böyle oluyormuş” diye yordu gördüklerini. “Keşke biz de kasabalı olsaydık… Ben de bu çocuklar gibi olurdum…Daha iyi okurdum… Beyaz yakalı önlüğüm olurdu…” dedi içinden. Köylüsü kolundan çekince yürüdü. Okulun bahçesinde oynayan çocuklara baka baka…Bacakları birbirine değince önü fena acıdı. Kasaba okulunun güzel giyimli çocuklarından uzaklaştıkça içi daha çok acıdı…
İlk defa tren gördü oğlan. Gözden
kaybolana kadar pek keyifli baktı. Hayvan pazarına geldiklerinde şaştı kaldı.
İnsandan geçilmiyordu. Saymakla bitmeyecek kadar hayvan vardı pazar yerinde. Ne
ararsan. Deve bile. Kitapta resmini gördüğü deveyi canlı görünce iyice bir
baktı. Tavuk satan kadınlara gülesi geldi.
Öğle ezanı sonrası koyunlar satıldı.
Her biri kırk beş liradan…Koyunların gidişlerine üzüldü oğlan. Dedesi, “ucuza
gittiler ama, satmam lazımdı,” deyince daha çok yandı koyunlara…Orman içindeki
alanlarda, kopardığı en iyi otları eliyle yedirmişti onlara…
Sık sık bakakalan oğlanı, “kaybederim” diye elinden tutuyordu dedesi, Hayvanlar içinden geçerken yine dün geceki koku geldi oğlanın burnuna. Ağzı gine sulandı. Karnı açtı. Sabahleyin gelirken, kemirdiği peynir ekmekle idare etmiştim bu vakte kadar. Kokuyu daha fazla alınca karnı guruldadı nedense. İnsan ve hayvan kalabalığından çıktıklarında, sıralanmış bir sürü mangal gördü. Güzel kokulu o şeylerle et kızartılan mangalların yanına vardılar. Yine bakakaldı. Dedesi “Sucuk yap,” dedi en baştaki mangalcıya. Adam, ortası delik, olgun ahlat renginde, çocuk bileği kalınlığında yuvarlak bir şey aldı çuvaldan. Dedesi, “Hepsini,” deyince, o güzel kokulu şeyin “sucuk” olduğunu öğrendi oğlan…
Oğlana göre, bu sucuk da güzel
kokuyordu ama dağdaki kadar nefis kokulu değildi. Onun kokusu aynen duruyordu
burnunda. İçi pamuk gibi ak ve yumuşak pazar ekmeği, yediği sucuktan daha tatlı
geldi. Dağdaki o güzel kokuyu bu sucuktan alamadığı için…
Karnını doyurduktan sonra dedesiyle birlikte ilerideki çalılığa gitti oğlan. Çiş yaparken acı duymayınca eğilip baktı önüne. Bir sevindi bir sevindi ki…
Veysel Başer