Martinique adası Karayip
denizindeki yedi bin adadan biriydi. Ada halkı, barındırdığı tropik ormanların
içinde ve tarım alanlarında yaşayan yerlilerden ve limanların çevresinde
yaşayan beyazlardan oluşuyordu.
Ada, Fransa’nın hakimiyetine
girdikten sonra Fransa’dan göçüp gelen aileler, limanlar kurmuşlar, adada
üretilen tropik meyve ve sebzelerin, gene bolca yetişen şeker kamışının
ticaretiyle gitgide zenginleşmişler ve büyümüşlerdi.
Normandiya’dan gelip bu
adadaki Pointe Royale’de yerleşmiş olan Dubuc ailesi de bunlardan biriydi.
Abi kardeş Dubucların,
1763’de Marie-Josephe Rose de Tascher de la Pagerie adını koydukları bir
kızları doğduktan tam beş yıl sonra, 1768’de, bu defa Aimée Dubuc de Rivery
adını koydukları bir kızları daha dünyaya gelmişti.
1776’da, Marie-Josephe,
on üç yaşına geldiğinde cinselliği çok fazla göze batan genç bir ergen olmuştu.
Onun bu albenisi çevredeki pek çok erkeğin ağzının suyunu akıtıyordu.
Onun cinselliğinden
yararlanmayı ilk başaran ise yakın akrabaları ve XVI. Louis’in de yakını dostu
olan Jean Le Grand Dubuc olmuştu.
Aile, adamın kızı baştan
çıkarttığını öğrendiğinde, hem adamın nüfusundan, hem de bu aile içi tecavüzün
duyulduğunda rezil olmaktan çekinerek, olayı örtbas etmişti. Ve, kızı adadaki
soylu bir ailenin oğlu olan kendinden yaşça çok büyük subay Alexandre de
Beauharnais ile evlendirmiştiler.
Aimee yedi yaşındaydı,
Marie-Josephe ise on üçünü bitirip yenice on dördüne girmişti ve uğradığı
tecavüzün cezasına babasının yaşındaki bir soyluyla evlendirilerek
çarptırılmıştı. Asıl cezayı hakeden adam ise elini kolunu sallayarak yeni yeni
tecavüzlerde bulunmak için dolaşmayı sürdürecekti.
Marie-Josephe, bu
evlilik oluncaya kadar Aimee’ye ablalık yapmış, iki kız kardeş gibi
büyümüşlerdi.
Marie-Josephe
hayallerinde yaşadığı Paris’e taşınmak için yaşlı kocasını bir kaç cilveyle
kolayca ikna edince, Fransa’ya taşındılar.
Aile, büyük kızlarının
başına gelen sapıklığı küçük kızlarının da yaşayabileceğine dair kaygıları
dillendirerek, Aimee Dubuc de Rivery ’i bir rahibe okuluna vermeyi
kararlaştırınca, Fransa’daki yakın akrabalara haber salındı. Yedi yaşındaki
Aimeeböylece, Fransa’da yaşayan teyzesi Elizabeth tarafından Fransa’ya
getirtilerek Nantes’ deki yatılı Les Dames de La Visitation rahibeler okuluna
kaydettirildi. Burada rahibeler yönetiminde sıkı bir eğitim almaya
başlamıştı.
Marie-Josephe Fransa’ya
gidebilmeyi ne kadar çok istemişse, Aimee de onun tam tersine Martinique’den ve
ailesinden ayrılmamak için günlerce ağlamıştı.
Yıllar çok çabuk geçmekteydi.
1781 yılı geldiğinde on
üç yaşına basan Aimee, çocukluk yıllarını bir esir gibi geçirdiği okulunun
yüksek duvarları dışındaki dünyaya kavuşmaya hazırlanıyordu. Mensubu olduğu
Dubuc ailesinin iki ferdinin St. Clement Kilisesi’nde kıyılacak nikahına ve
gene Le Rocher Şatosundaki düğünlerine gidecekti. Halayıkı Zinah’ın yardımıyla
mavi atlas tuvaletini giyindi. Kıyafetin üstüne lülelerle akıttığı altın sarısı
saçlarını mavi kadifeden bir fiyonkla toparladı. Müthiş güzel bir kız
olmuştu.
Halayıkı Zinah ile
beraber, okulunun kapısına gönderilen kupaya binip de nikahın olacağı kiliseye
ulaştıklarında, onu karşılayan tüm akrabalarının hayranlığını topladı. Kupanın
kapısını açarak inmesine refakat ederek, baştan çıkartıcı komplimanlarla ona
refakat etmeye başlayan ise, yakın akraba Jean Le Grand Dubuc olmuştu.
Elizabeth teyze adamın on üç yaşındaki Marie-Josephe’in başına ördüğü çorabı
yakından bildiğinden, aceleyle gelip, "gel şekerim, seni damadımın
kardeşi Kont De Santo Domingo ile tanıştırayım," diyerek kızı
hovarda adamın elinden kurtararak alıp götürdü.
Tanıştırıldığı adam
Aimee’yle çok yakından ilgilenmişti. Onunla koyu bir sohbet kurmuşlardı.
Aimee, arka
tarafından, "ayol kimi görüyorum ben burada?" diye
seslenildiğinde merakla dönerek sesin sahibine baktı. O, Marie-Josephe’den
başkası değildi. "Aimee, canım benim!"
"Rose!"
Rose, Marie-Josephe’nin
aile bireyleri arasında kullanılan adıydı.
İki kuzen hasretle
kucaklaştılar. Birbirlerinden ayrıldıklarından beri tam beş yıl geçmişti.
Marie-Josephe şimdi on
sekizinde bir kadın olmasına karşın evlilik ve yaşadığı hayat onu yaşından daha
çok büyütmüştü.
Geçen beş yıl süresince
birbirleriyle hiç bir haberleşmeleri olmamıştı.
Marie-Josephe, Zinah’ı
da fark ederek onunla da ilgilendi; zira çocukluklarında o da Zinah’ın
hizmetlerinden çok ararlanmıştı. "Zinah! Sen de buradasın ha? Bu
altın saçlı kızımıza çok iyi bakmışsın, teşekkürler!"
Zinah bu ilgiden hoşnut,
ona, "aman efendim, elimden geldiğince hizmetini gördüm hanımımın
işte..." diyerek karşılık verdi.
Aimee, kuzeniyle eski
günleri yad ederek koyu bir sohbete başladıktan sonra Elizabeth teyzenin
tanıştırdığı yakışıklı kontu unutuvermişti. Adamın izin isteyip uzaklaşışını
fark etmemişti bile.
Kontun uzaklaşmasını
fırsat bilen Jean Le Grand Dubuc iki genç bayanın yanında soluğu aldı.
Marie-Josephe, adamın Aimee’e göz koyduğunu bilmediğinden, onun kendisine
geldiğini zannetti. Geçmişteki olaylara rağmen adamı sevgiyle karşıladı.
"Jean! Bu ne hoş
sürpriz? Yıllar sonra gene karşımdasın işte," diyerek koluna girip, Aimee’nin yanına dönmek için hamle
yaptıkça, adamı, çekiştire çekiştire kiliseden içeri götürdü.
Elizabet teyze Aimee’nin
yanına gelerek, "gel biz de kiliseye girip törene bakalım," dedi.
Birlikte kiliseden girdiler.
Kilisede en önde oturan
Marie-Josephe, adeta yanındaki adamın üstüne yatmıştı. Aimee, onun böylesine
müstehcen tavırlarını tasvip etmeyerek Elizabeth teyzesinin gösterdiği yere
oturdu.
Kiliseden sonra gidilen
şatoda, Elizabeth teyzenin kilisede tanıştırdığı genç kont Aimee’yi bir an bile
yalnız bırakmadı. Adamın adı Kont De Santo Domingo ’di.
Adam, "Dubuc’ların
güzellikleri ünlü olmayı gerçekten de hakediyormuş," diyerek
komplimanlar düzüyordu ona.
"Siz de, uzaktan da
olsa Dubucların akrabası değil misiniz?"
"Sizinle kuzen
sayılırız biz."
Aimee, adamın yanında
gerilmeden durabiliyordu."Bana iltifat ederken kendi ailenizdeki
bayanları da katıyorsunuz, değil mi kuzen?"
"Evet ama,
sülalemizdeki hiç bir kadın, güzellikte sizin elinize su bile dökemez. Siz
müthişsiniz!"
Aimee, bu söze karşılık
şuh bir kahkaha
attı. "Şımartıyorsunuz beni."
"Yok...Sözlerimde
çok samimiyim. Martinique’den yeni mi geldiniz?"
"Yok...Beş yıldır
rahibeler okulunda yatılı okuyordum."
"Sıkıcı bir okul
hayatı olmalı... Birer kadeh şampanya içip dans etmeye ne dersiniz?"
"Dansa evet ama,
içki içmem!"
"O halde size alkol
olmayan bir içki. bana şampanya?"
"Olabilir..."
Gerek kilisedeki,
gerekse şatodaki törende, Aimee, fark etti ki, içinde bulunduğu
riyakarlıklardan bir an önce kurtularak, yedi yaşından beri yaşadığı okulunun
sükunetine dönmek için can atıyordu.
Gitme zamanı geldiğinde,
onu ve Zinah’ı okula götürecek arabaya binmek üzereyken son bir riyakarlık daha
yaşamak zorunda kaldı.
Jean Le Grand
Dubuc, "gitme saati geldi mi, Külkedisi? Sana doyamadan bırakıp da
gidiyor musun beni?"diyerek çıka geldi.
Aimee, akrabası olan bu
kart zamparadan nefret ettiğini hissetti. Aklına gelen ilk hakaret cümlesini
sarf etti. "Seni doyuracak bir çok fahişe var, sayın akrabam,
onlara gidip benden uzak durmalısın!"
"İpekli ayakkabını
bana bırakıp da gidersen ayağına olup olmayacağını ölçmek için bulurum
seni!"
Aimee, ona cevap vermek
yerine arabacıya talimat verdi. "Sür, gidelim!"
Araba hareket ettiğinde
adam bozularak arkasından baka kaldı.
Okula dönerlerken kızın ağzından genç kontun adı hiç düşmedi. Bir ara başını
sadık halayığının göğsüne yaslayıp," Ah Zinah," diyerek
içini çekti. "Kontu tekrar göreceğim güne kadar aklımdan hiç
çıkmayacak."
Kısa bir zaman sonra
Kont De Santo Domingo’nun Martinique’nin yönetiminde görevlendirilerek
yollandığını duyduğunda Aimee de Martinique’ye dönmek için kesin kararını
vermişti. Ne var ki, baba Dubuc kızın eğitimini tamamlamadan okuldan
ayrılmasına izin vermiyordu.
Bu arada, Marie-Josephe,
kocasına bir aşk duymadığı için, ondan ayrılmak istiyordu. Alexandre de
Beauharnais da genç ve güzel karısını bir türlü kendisine bağlayamadığından, bu
ayrılığa razı olarak evini terk etmişti.
Marie-Josephe, yaşlı
kocasından dünyaya getirmiş olduğu iki çocuğuyla yaşıyordu. Kocası ona ve iki
çocuğuna bakmıyordu. Maddi sıkıntılar içine düşen Marie-Josephe,
Martinique’deki ailesinin yanına dönmek zorunda kaldı.
Marie-Josephe, iki
çocuğunu Martinique’de bırakıp parasal sıkıntılarını alt edebileceği bir
servetle Fransa’ya döndüğünde, Aimee’e, "baban senin artık Martinique’ye
dönmeni istedi," diye haber yolladı.
Aimee için rahibe
okulunun ruhsuzluğundan kurtularak doğasına ve orada yaşayan ailesine duyduğu
özlemle Martinique’ye ve daha önemlisi de Kont De Santo Domingo’ya kavuşma
zamanı nihayet gelip çatmıştı işte!
Kasımda, Aimee bir yük
gemisinde kiraladıkları kamarasına yerleşip denize açıldı.
Gemi mürettabının,
birbiri peşinden koşup gelen kara bulutların altında, birer maymun becerisiyle
yüksek direklere tırmanarak salıverdikleri yelkenler rüzgarla şiştikçe, yük gemisi,
Akdeniz’in dev dalgalarında ine çıka ilerlemeye başlamıştı. Bu şekilde günlerce
süren yolculukta, Zinah’ı deniz tutması dışında olağanüstü hiç bir sıkıntı
yaşamamıştılar.
Süvariyle ikinci
kaptanın sağa sola yüksek sesle talimatlar verdiklerini duydukları gün
anladılar ki, sıkıntılı bir şeyler yaşanmaya başlanmıştı.
Çok sert bir fırtına
başlamıştı. Gemi denizle adeta harp yapmaktaydı. Düşen yıldırımla ana yelkenin
bumbası kırılıp devrilince güvertede açılan delikten alt güverteye dalgaların
taşıdığı sular akmaya başladı. Geminin burnunda yıldırımdan çıkan yangın
yağmurun şiddetinden büyüyemiyordu.
Aimee ve Zinah, alt
güvertedeki kamaralarının kapısını sürgülemişler, bu karmaşanın dinmesi için
dua ediyorlardı. Gemiden yükselen çatırtılar korkunçtu. Birden bire açılan
kamara kapısından içeri sular dolmaya başladığında iki kadında korkunç
çığlıklar atarak korkuyla birbirine sarıldılar.
İmdatlarına yetişen dev
gibi bir zenci tayfa oldu; adam iki kadını üst güverteye doğru çekiştirmeye
başladı.
"Burada fareler
gibi boğularak öleceksiniz! Hemen cankurtaran sandalına binmeniz
gerekiyor!"
Zenci, güç bela
çıktıkları güvertede bellerine bağladığı bir urganla onları aşağıdaki sandala
sarkıttı. Aimee ve Zinah, sandalın dümencisinin yardımıyla sandala binebildiler.
Aynı urgandan kayarak yanlarına gelen dev zenci onları boylu boyunca sandalın
içine yatırdı, kendisi de küreklerin başına geçerek sandaldaki diğer dümenci
tayfaya yardım etmeye başladı. Tam o anda düşen çok güçlü bir yıldırım gemiyi
içindekilerle beraber sulara gömdü.
Geminin batması için
çıkmışçasına, fırtına gemi batar batmaz, başladığı gibi ansızın duruldu.
İki gün, iki gece, aç ve
susuz kürek çektiler. Üçüncü günü kavurucu güneşin altında mecalsiz bir halde
ölümü kurgularlarken ufukta gördükleri bir gemi siluetiyle sevinç çığlıkları
atmaya başladılar.
Oysa kurtarıcıları
Cezayirli korsanlardı. İki kadın ve iki gemici onlar için Cezayir’e dönerlerken
Allah’ın onlara nasip ettiği birer bereketli ganimettiler.
Cezayir’e götürülen
Aimee, kötü haberle çok çabuk buluştu. O, artık bir köleydi ve kurtarıcısı
korsanlar tarafından Cezayir emirine hediye edilmişti.
Emir hazretleri ona asıl
kötü haberi verdiğinde ise, ayakta duramadı, bayılarak olduğu yerde yığıldı.
Emir, "İstanbul’a
göndermek için hazırladığım bazı armağanların arasında sizi ve hizmetçinizi
Haşmetli Osmanlı sultanına sunacağım!" demişti.
Sunuldu da...
Hareme alınmasına
müteakip uzunca bir eğitimden geçirilen Aimee’in yeni adı, artık NAKŞ-İ DİL
idi.
Geçen zaman içinde
yaşadığı ihtişamlı tutukluluğun etkisinde ortama çabucak uyum sağladı.
Zaman zaman içini acıtan
memleket hasreti tavsadı, gitti. Artık aklında Kont De Santo Domingoya
duyulan aşk da kalmamıştı.
1783 sonbaharında,
1.Abdülhamid hanın yatağına yollanıldığında karşılaştığı yaşlı padişahın
Fransızcayı adeta ondan iyi konuşuyor olmasıyla aralarında oluşan hoş sohbet
nedeniyle adama sempati duymaya başlamıştı. Elli sekiz yaşındaki padişah, on
beş yaşındaki bu altın saçlı dünya güzeli Fransız kızına deliler gibi tutuldu.
Onu hamile kaldığını öğrendiği güne kadar her gün yatağına aldı. 1785’de,
dünyaya gelen çocuğa Mahmut adı konuldu.
1.Abdülhamid han ,
1789’da, Osmanlı-Rus savaşında Özi Kalesi’nin Rusların eline geçtiğini ve kale
içindeki halkın Ruslar tarafından katledildiğini duyup da felç geçirerek
öldüğünde Fransa’da da XVI.Louis’in orduları asiler tarafından yenilgiye
uğratılıp, Louis ve kraliçe Marie Antoinette, tutuklanıp hapishaneye
konulmuştu.
Marie-Josephe, kocası
Alexandre’nin Fransız devrimcileri tarafından tutuklanarak giyotinle idam
edilmesinden dolayı hiç bir üzüntü duymadı ama, sevgilisi Jean Le Grand
Dubuc’un da ayni akibete uğramasından dolayı günlerce yas tuttu. Bir ara
kendisi de onların akibetine uğratılmaya çalışıldı ise de, ilişkili olduğu
güçlü erkeklerin korumasıyla o akibetten kıl payıyla kurtuldu.
Fransız ihtilali kimleri
giyotine götürmemişti ki? Daha birkaç yıl önce XVI. Louis’e yakın olmanın
hükümranlığını süren nice kelleler gitmişti. Bunların arasında Dubuc’lara
akraba olan ve Aimee’in gönlünü çalmayı başarmış olan Kont De Santo Domingo da
vardı. Aimee’in, yeni adı Nakşidil sultanın, Fransa’dayken aşık olduğu bu
adamın idam edilişinden hiç bir zaman haberdar olmadı.
Marie-Josephe, 1795 yılı geldiğinde, Fransa’nın
yeni yönetiminde önemli bir mevki sahibi olan Paul Barras ile yaşıyordu. Paul
Barras’ın himayesinde düzenlenen davetlerden birinde Napolyon Bonaparte ile
tanıştıklarında, yirmi yedi yaşındaki genç subay, kendisine pek fazla yüz
vermeyen, otuz iki yaşında ve iki çocuk annesi, bu soylu ve zengin dula adeta
kara sevdaya tutulmuştu. Bunun sonucu olarak ailesinin karşı koymasına rağmen,
kadınla 1796’da evlenmişti.
Fransa İmparatoru Napolyon Bonaparte, karısının
Marie-Josephe olan adını kullanmayarak ona ’Josephine’ diye hitap ediyordu.
Kaderlerinin cilvesine bakın ki, Martinique’deki
çocukluklarını abla kardeş gibi geçirmiş olan iki amca kızı da dünyanın en
güçlü iki imparatorluğunda çok ünlü birer imparatoriçe olmuşlardı.
Gelecek zamanda her iklsinin de hakkında da
onlarca roman yazılacak, hayatları defalarca filme çekilecekti.