Lise
talebesiyken, İstanbul'a her yaz tatilinde geliyordum. O zamanlar, ablamla
kocası burada oturuyorlardı. Eniştem Zirai Donatım Kurumunda aşçıydı. Maaşı
geçimlerine yetmediği için, akşam beşten sonra
da çalışıyordu. Ne iş bulabilirse... Ben iş kıçı olmayan beceriksizin
tekiydim. Boş gezme, denilerek hangi işe konulduysam, çabucak da kovuluyordum.
Eniştemin Almanya işi olup da ablamı alıp
gidince, bir daha ayağım kesildi, İstanbul'a hiç gelmedim. Elazığ Şeker
Fabrikasında çalışıyordum; zaten, ha deyince gelinebilecek bir yer değildi.
Ta ki, üç gün öncesine kadar.
Bilenler bilir, ben Pink Floyd hayranıyımdır.
Gazetelerden Pink Floyd'un İstanbul'da konser
vereceğini okuduktan sonra konsere gidebilmek hayatımın en önemli işi haline
geldi. Hemen konsere bilet bulabilme telaşına düştüm; ne var ki, İstanbul'da
benim için bilet peşinde koşuverecek hiç bir tanıdığım yoktu. İş başa düşmüştü!
Konser Kuruçeşme Arena'daydı. Biletler de
karaborsayı önlemek düşüncesiyle konserin olacağı günün sabahından itibaren
satışa çıkartılacaktı.
Çalıştığım Elazığ Şeker Fabrikasının veznesinden
maaşıma binaen beni İstanbul'a götürüp getirecek kadar bir avans çektim.
Otobüse bindikten sonra soluğu İstanbul'da aldım.
Doğruca Kuruçeşme Arenaya gittim. İyi ki, doğruca oraya gitmişim, zira
karşılaştığım manzara olağanüstüydü. Konsere tam yirmi dört saat vardı, ama
gişelerin önünde on binlerce genç şimdiden kuyruğa girmişti. Hemen kuyruktan
yer tuttum. Sanırım on bin birinci sıra benimdi! Olsun, bilet alabilecektim ya!
Her ne kadar Haziran ayındaysak da gece serinliği
ile üşümeye başladım. Kuyruk tecrübesi olanlar battaniyelerle, uyku
tulumlarıyla, çay termoslarıyla filan gelmişlerdi. Onca kalabalığın ortasında
kısa kollu bir yazlık gömlekle sap gibi duran bir tek ben vardım. Beklemekten
vazgeçip sıcacık bir otele sığınmayı bile düşünmeye başlamıştım ki, birden,
"var mı yünlü battaniye isteyen?" diye bir ses duydum. Adamın biri el
arabasında battaniye satıyordu. Hemen, "kaç para hemşerim onlar?"
diye sordum. İki çeşit battaniyesi vardı. Biri peluş gibi tüylü, renkli, güzel
görünümlü bir şeydi, diğeri de tam tersine çoban kepeneği gibi görünen sevimsiz
bir şeydi. Sevimli olan yüz elli, sevimsiz olan iki yüz elli liraydı. Yüz elli
liralık peluş battaniyeyi satın almaya karar verdim. Paralarımı cebimden çıkarttım, içlerinden yüz
elli lira ayırarak adama verdim.
Tezgahın önünde, benim hemen yanı başımda müthiş
güzellikte bir genç kız, hem elindeki dondurmasını yiyor, hem alacağı battaniyeyi seçiyordu. Sanırım o da benim
gibi tedbirsiz gelmişti. Seçtiği battaniyenin fiyatını sorup da iki yüz elli
lira cevabını alınca, satıcıya, "en kral mağazasında bunun fiyatı yüz
elliden fazla değildir. Yüz elliye verirsen alırım!" deyince satıcıyı çok
kızdırmış olacak ki, adam kızın elindeki battaniyeyi çekip alarak kızı
"git başımdan!" diyerek itekleyip uzaklaştırmak istedi. Kız o anda
boş bulunup sendeleyince de elindeki dondurmayı benim gömleğe yedirdi.
Bu durumdan dolayı mahçup olan kızcağız, benden
belki milyon defa özürler dileyerek çantasından çıkarttığı mendilden daha çok
peçeteye benzeyen bir bezle dondurma lekesini silmeye başladı. Her ne kadar,
"zararı yok bacım! Olsun, varsın, bişi olmaz!" dediysem de dondurma
izlerini iyice temizlemesine engel olamadım. Nihayet temizliği tamamlayarak son
bir kez daha özürler dileye dileye uzaklaştı, gitti. Kıvırta kıvırta öyle bir
gidişi vardı ki, arkasından kedinin ciğere baktığı gibi, baka kaldım.
Battaniyemi çıkarttım, herkesin yaptığı gibi
yaparak, battaniyeme iyice dolanıp olduğum yerde uyuklamaya başladım.
Memuriyette her gece on iki oldu mu vurup kafayı yatmanın verdiği alışkanlıkla
on iki sularında uyuya kaldım. Sabah sekiz gibi gişelerin açılmasından sonra
oluşan gürültüyle uyandığımda, gişelerin önüne ulaşabilmek için sıramı
beklemeye başladım.
Bilet alacağım gişenin önüne ulaştığım da saat üç
olmuştu. Eğildim, "bir bilet lütfen! dedim. Bilet fiyatı iki yüz elli
liraydı. Parayı ödemek için elimi pantolonumun cebine daldırdım. Paralar elime
gelmemişti. Belki öbür cebime koymuşumdur, diye düşünerek hemen baktım; paralar
orada da yoktu. Arka cebimde, nüfus cüzdanımın kabı içinde, gömleğimin ön
cebinde, hiç bir yerde yoktu paracıklarım! Gişe memuru, "hadi hemşerim,
oyalanma! Paran yoksa çık kuyruktan!" diye azarlayınca çaresiz ayrıldım
kuyruktan ve kimseye çaktırmamaya çalışarak sessizce ağlamaya başladım.
Aklıma hemen dondurma güzeli geldi. "Demek
ki, dondurma izini ısrarla temizlemekteki maksadı, cebimden paraları
çekmekmiş!"
Değerli okurlar, yolda yürürken ya da bir
kafede-çay bahçesinde-restoranda otururken üzerinize yanlışlıkla (!) dondurma
ya da meyve suyu döken bir kişiden mutlaka şüphelenin. Zira üzerinizi
temizlemeye çalışırken cebinizdeki parayı boşaltabilir, aman dikkat! Bana bu
tecrübe bir milyar liraya (şimdiki parayla bin liraya) patladı.
Neyse, hikayenin gerisi de ilginç; oldu olacak,
bölümü de yazayım.
Yürüyerek Cemil Topuzlu
parkına gelip kendimi bir bankın üstüne attım. Saat, akşamın beşiydi. Konser
beş saat sonra başlayacaktı ve ben orada olamayacaktım. O anda aklımdan kendimi
öldürmeyi bile geçiriyordum. Cebimde beş param yoktu. İstanbul’da borç para
isteyebileceğim, tanıdığım bir Allah’ın kulu da yoktu. Mecburen, Esenler’e
yürüyerek gidecek, bir Elazığ firmasına durumumu açıklayıp veresiye bilet
isteyecektim.
“Affedersiniz, Esenler’e
yürüyerek nasıl gidebilirim?” diye sorduğum bir adamcağız acıyarak suratına
baktıktan sonra,
“Yürüyerek varabileceğin
bir yer değil orası kardeşim, şurada Muallim Naci caddesinde otobüs
firmalarının yazıhaneleri var. Onların servis araçları olur Esenler’e giden.
Git birine bin…” diyerek nasihatte bulununca, adamcağızın ahretteki en az bir
gününü cennette geçirmesini sağlayacak sevap kazanmasına vesile olmuş oldum.
Söylediği caddedeki ki
otobüs yazıhanelerinde Esenler’e gidecek servis aracı ararken, Elazığ’a giden bir otobüs firmasına ait
yazıhane buldum; daha doğrusu Muş’a gidip de Elazığ’dan geçen bir otobüs
firmasına ait yazıhane buldum. Adama, babam yetiştirme yurdu müdürlüğünü
yaptığı için ve de annem bana orada hamile kaldığı için pek de yabancısı
olmadığımı düşünerek,
“Muş Bulanık’lıyım, ama
Elazığ Şeker Fabrikasında çalışıyorum, parasız kaldığım için beni Elazığ’a
kadar veresiye götürür müsünüz,” dedim.
Adam da Bulanık’lı çıkmaz
mı, “vay hemşo, neresindensin, kimlerdensin,” diye sormaya başlayınca, kem küm
ederek, çok küçük yaşımda ayrıldığımı, orada hiç akrabam kalmadığını filan
söyledim, ama adamı Bulanıklı olduğuma inandıramayarak, yalancılığımdan dolayı
itimadını da kaybettim ve veresiye bileti kopartamadım.
Bir sürü de nasihat:
“Ulen kardaşım, gel, abi parasız kaldım de, beni Elazığ’a yollayıver de, başım
gözüm üstüne. Yok, Bulanıklıyım, yok Muşluyum… Ne gerek var yalana, dolana...
Hadi kardaşım, başka kapıya! Hadi!”
Yazıhaneden çıkıp yola
koyulduğumda bu defa sesli sesli ağlamaya başladım. Çocuklar gibi, zırlayarak
ağlıyordum ve sinirlerim iyice bozulduğu için kendimi susturamıyordum da.
“Sanki Muşluyum diye yalan söylemeseydim de, doğrudan doğruya Elazığ’da
çalışıyorum, deseydim, ölür müydüm? Yalan söylediğim için Allah benim belamı
versin! Şimdi nereden bulurum ben otobüs bileti! Hü!… Hü!…”
Kalıbıma bakıp da, böyle
zırladığımı görerek yakıştıramayanlar dönüp dönüp merakla bakıyorlar ve
şaşkınlığa düşüyorlardı.
Ağlamak iyi gelmişti.
Sustuğumda, durumuma artık soğukkanlılıkla bakmaya başlamıştım.
Her problemin bir çözümü
mevcuttu ve bu çözümü kendi iç huzurumuzda bulabilirdik. Karşılaştığımız güçlük
ne olursa olsun, ondan da çıkartılacak bir ders olmalıydı. Bu ders beni daha
iyi, daha güçlü bir insan olmaya yönlendirebilirdi, zira hiçbir şey içimdeki
gücü alt edemezdi...
Aklıma geldi. Karaköy’de
Türkşekerin satın alma müdürlüğü yok muydu? Esenler’e gitmeye çalışıp
tanımadığım insanlara boyun bükmek yerine, kendi şirketimin şefkatli kollarına
sığınmam gerekirdi. Orasının misafirhanesinde kalabilirdim ve maaşıma istinaden
avans alarak rahatlıkla yolculuk yapabilirdim.
Tabii ya… Yapmam gereken
buydu, aklıma daha önce niçin gelmemişti ki?
Karaköy’e deniz sahilini
takip ederek, arada denk gelen banklarda dinlenmeyi de ihmal etmeyerek, bir
buçuk, iki saat kadar yürüdüm. Satın alma müdürlüğünde mesai bitmiş olduğu için
doğrudan misafirhanesine çıkıp kalacak yerimi ayarlattım, sonra lokantasına
inerek hiç görmemişler gibi ızgarasından tatlısına yiyerek karnımı tıka basa
doyurdum. Veresiye fişini imzalayıp odama çıktım, vurdum kafayı, uyudum. Sabaha
kadar Pink Floytlu rüyalar gördüm.
Buradaki masraflarım ve
alacağım avans para, bir avi ile Elazığ’a bildirilecek, sonra, orada maaşımdan
kesilip buraya havale edilecekti. Böylece bu ayki maaş güme gitmiş olacaktı.