Namık ile
arkadaşlığımız okul dışına da taşmıştı.
Nazmi, bizimle gezip tozmak yerine yurtta/okulda kalıp ders çalışmayı tercih
ediyordu. Onun bu tavrı ilk sınav notlarında başarılı olmasını da sağlamıştı,
yani tüm notları "on"du; her hangi bir sınavdan dokuz aldığı zaman
o bir puanlık eksiklik nedeniyle hırslanıyor, o notu da mutlaka "on""a
tamamlıyordu. Sıra arkadaşım, yatakhanede ranza arkadaşım, yemekhane de,
kütüphanede masa arkadaşım, her durumda en samimi arkadaşım, halen Nazmi idi.
Namık ile arkadaşlık yapmamı istemiyordu ve her defasında, beni, onun
hakkında kendince uyarıyordu. Biraz da abartarak…
Nazmi"nin, Namık
hakkında sarf ettiği "komünist", "solcu" yaftalarına
uygun bir dış hayatı olduğunu, beni T.İ.P. nin Gençlik Kollarına ait bir
lokale götürdüğü zaman ilk kez düşündüm. Oturduğumuz masada sekiz, on kişilik
bir grup vardı; beni hepsiyle teker teker tanıştırdı. Öylesine candan
karşılanmıştım ki, hepsiyle canciğer kuzu sarması oluvermiştim. Herkes,
komplekssiz, mesafesiz, sevimli, tatlı dilli, bilgili bir etkiyle arkadaşım
olmuştu. İnsan Haklarının evrenselliğinden, emperyalist güçlere karşı mağdur
olan ülkelerin ezilen insanlarından, Atatürkçü Düşünceden, Atatürkçü
Ekonomiden,… konuşuyorlardı. Ben ise bilgisizliğimle, onların bilgi
birikimini, ağzı açık ayran budalası gibi dinliyordum. Nazmi"nin ısrarla
"tu kaka" dediği, Namık"ın "solcu" olmasının, kötü
bir şey olmadığına karar verdim. Hatta, Nazmi"nin öve öve göklere
çıkarttığı "milliyetçilik", "ülkücülük", "sağcılık"
gibi kavramlardan daha iyi bir şey olduğuna karar verdim
Lokalin duvarlarında
Behice Boran"ın boy boy afişleri ve fotoğrafları ile TİP amblemli
bayraklar asılıydı. Resimlerde genelde pamuk gibi beyaz saçları, güleç yüzü
olan çirkince bir kadın olarak görünüyordu. Afişlerde, Galata Köprüsünde Kore
Savaşına karşı eylemler yaptığını okuyunca, aklımdan, onun bir lider
olabilmek için gereken meziyetlere sahip olduğuna hükmettim. Sevmiştim ben
burayı.
Bu sevgi, pek çok
arkadaşlık soktu hayatıma. Sonradan tanıştığımız Saide adındaki kız, bana
özel bir samimiyetle yakınlaşmaya başlamıştı. Gözlük takan, saçlarını
kulaklarının üstüne kadar kat kat kısaltan, iri kemikli bir kızdı; onu,
pürüzsüz teni çok güzel gösteriyordu. Lokale her gittiğimde, kiminle, nerede
oturuyor olursa olsun, kalkıp yanıma geliyordu.
Bir keresinde, bana, "kafam çok uyuşuyor seninkiyle," demişti.
Hangi konularda, nasıl
uyuştuğumuzu bile anlayamadan, "benim kafam da seninkiyle,"
demiştim.
Sonra baş başa, başka yerlere de gitmeye başladık.
Aşırı solcu bir derneğin (hatırlayabildiğim kadarıyla Halkın Kurtuluşu/İGD"
de olabilir)düzenlediği bir moral gecesine götürdü beni. Ruhi Su"yu
getirmişlerdi, seyrettik, dinledik. Konser neredeyse bitmek üzereydi ki,
yanımıza iki kişi gelip bizi oturduğumuz yerden kaldırarak dışarı
çıkarttılar.
"Konser bitmek
üzere, dağılırken arkadaşlardan bir tanıyan olursa zor durumda
kalabilirsiniz. En iyisi gidin," diyerek bizi oradan yolladılar.
Onca kalabalığın
içinden bizim kendilerinden olmadığımızı nasıl anladıklarına aklım bir türlü
ermedi.
Ruhi Su dinleyebilmek uğruna beni rakip bir derneğin lokaline götürmüş
olduğunu anladığımda onu epeyi bir azarladım.
O geceyi Saide"nin evinde geçirdim.
Annesi ve ablası ile birlikte kaldıkları evde, o
gece annesi ile ablasının olmayacağını söyleyerek, beni davet etti. Saat tam on
bir (yirmi üç)de nöbetçi öğretmenler yatakhaneyi dolaşmaya başlıyorlar ve sayım
yapıyorlardı. Saide ile gittiğim takdirde, yatakhanede tam vaktinde bulunmam
mümkün değildi.
Saide, "İyi ya," dedi; "yatakhanede
bulunmadığında başına ne gelebileceğini test etmenin tam sırası!"
Hak verdim ona; ama, asıl test edeceğim şey,
onunla birlikte evde tek başımıza iken, başıma nelerin geleceği idi…
Mübalağaya gerek yok! Tüm sinir sistemim içimde
kabaran ihtirasa direnemeyerek boşalıvermişti. Ellerim, bacaklarım abartılı bir
şekilde titremeye başlamışlardı, dizginleyemiyordum. Kızcağız beni
sakinleştirebilmek için ufacık temaslar kurup, bolca konuşuyordu.
O arada anlattığı bir fıkrayı hala
anımsamaktayım. (Azıcık müstehcen olduğu konusunu okur dostlarıma ikaz etmiş
olayım.)
"Tir tir titreyen yaşlı, eğri büğrü bir
adam, bir gün geneleve gitmiş. sofada oturan kadınların arasından, herkesin
gıpta eden/hasetli bakışları önünde, sen, sen, sen de, diyerek altı tanesini
seçerek odaya sokmuş. Anadan üryan soyunup uzanmış yatağa, ama uzadığı yerde
titremekten zıp zıp zıplamaktaymış. Kadınlara, sen, demiş sağ bacağımın üstüne
çıkıp otur; sen sol bacağımın üstüne çık otur; siz ikinizden biriniz sağ kolumu
diğeri sol kolumu tutsun, beşi,nciniz de başımı tutsun! Kadınlar denileni
yapılınca adamın titremesi durmuş. Adam, altıncı kadına da demiş, çık üstüme
gör işimi. Kadın üstüne çıkınca, öteki kadınlara, tamam demiş, salıverin
hepiniz zapt ettiğiniz yerleri. Beş kadın birden bir kenara çekilince adam gene
başlamış hoplayıp zıplayarak titremeye. Böyle böyle işini de görmüş…"
Onun böylesine müstehcen bir fıkrayı
anlatışındaki utanmazlık bana da sirayet ettiğinde daha soğukkanlı olabilmeyi
başardım.
Daha sonra, Saide ile samimiyetimiz hiç
eksilmedi. Sadece, artık ben, kızana gelmiş dişi kedinin peşinde ayrılmaya
erkek kedilere dönmüştüm.