SAFİNAZ ABLA - r o m a n
Ah Safinaz abla, ah! Sabah yememiş, içmemiş, beni aileme ihbar etmişti.
Annem bir telaş içinde
çıkıp geldiğinde henüz uyuyordum. Geldikten sonra öyle bir yaygaraya başlamıştı
ki, sağır sultan dahi olsam uykuyu sürdüremezdim; ben de suçüstü olma telaşıyla
yataktan fırlayarak uyandım.
Annem, "sen
delirmiş olmalısın," diye bağırıyordu. "Nasıl yapabilirsin böyle bir
şeyi?"
Onun yaygaralarının
rahatsız edici tınlamalarından daha çok, Safinaz ablamın bu ihanetinden muzdariptim.
Beni bu kadar ucuza satmış olmasına inanasım gelmiyordu; kendi kendime,
sürekli, Safinaz ablam nasıl yapar bunu, diye soruyordum.
Annemle didişecek
değildim. "Safinaz abla, geldiğimi yetiştirdiğine göre, geliş sebebimi de
söylemiştir herhalde!" diye çıkıştım ona. "Oğlunun hapishanede
yatmasından mutlu mu olacaktın?"
Annem, "aman,
Allah korusun!" diye inlerken,
Safinaz abla, "sen
yattıktan sonra, ben sabaha kadar uyuyamadım, ne yapabiliriz, diye düşünmekten.
Senin iyiliğin için, en doğru kararı, gene de annen baban verirdi, onlardan
kaçarak bir şey hallolmazdı," diyerek ispiyonculuğunun kendince
gerekçesini açıklamaya çalışıyordu.
Safinaz ablaya değil
de, anneme cevap vermeyi tercih ettim. "Siz korumadıktan sonra, Allah
korur mu? Polislerin, beni arayacakları ilk ev, sizinki olacaktır."
Annem gene, "aman,
Allah korusun!" diye inledi. "Baban boykota katıldı diye açığa alındı
zaten, bir de senin hapishanelerde yatmana katlanamazdık."
Safinaz abla da lafa
katıldı. "Sana okul mu yok? Buradaki liseler ne güneye duruyor? Oralarda
okuyanlar da insan evladı değil mi?"
Onun bu pozitif
tavırları hiç, ama hiç umurumda değildi; yanımda bir değeri kalmamıştı. Sadece
annemle konuşmayı tercih ediyordum.
"Aşağıdaki imam
bozuntusu, babam için müdürlükten atıldı, diyormuş."
Annem henüz gelmiş
olmama karşın bu havadisi nereden almış olabileceğimi bir an kavrayamayarak, "sen
nereden duydun?" diye sordu.
Elbette ki Safinaz
abladan duymuştum; ama, şimdi onun adını anmak istemiyordum; onunla küstüm.
Annem, onu işaret eden
bakışlarımı yakalayınca haber kaynağını anlamıştı zaten. Sorularını da Safinaz
ablaya yöneltmeye başladı. "Öyle mi diyormuş kız, kızım? O nereden duymuş?"
"Memleketin
başında da, öğretmenlerin başında da onlar yok mu? Duyar elbet…"
"Ben de o kadar
dedim, bak Ali, iktidardakiler hep yobaz takımından; bu boykota katılanlardan
intikamlarını hemen alırlar, diye… Dinlemedi ki! Boykotun daha birinci gününde
müdürlükten elini çektiriverdiler."
Safinaz abla benimle
laflaşmaktan ümidini kesince, annemle, babam için dertleşmeye başladı. "Açığa
aldıkları için maaşlarını da ödemezler onun."…
Annem, bu yeni
bilgiyle adeta yeni bir şok geçirdi. "Öyle mi? Ödemezler mi?"
"Bir subay
tanıdık vardı, ondan biliyorum. Görevindeki bir hatası nedeniyle mahkemeye
verildiydi de, mahkeme bitinceye kadar açığa alınıp maaşı da ödenmediydi."
Annem feryat etmeye
başladı. "Eyvah! Eyvah! Eyvah!"
"Üzülme kız,
Hanımeli abla! Derdi veren Allah, dermanı da düşünmüştür."
"İnşallah,
inşallah!"
Evin kirası, mutfak
giderleri, harçlıklar, hep babamın maaşıyla karşılanıyordu; onun işsiz ve
maaşsız kalması bir aile dramı yaratacak kadar önemli bir konuydu.
Bu vesileyle ben arada
kaynamıştım.
"Olmazsa,
Seyitgazi"ye, kızın yanına göçersiniz. Ebelerin maşları öğretmenlerden
aşağı değil, kızın maaşı geçinmenize yeter de artar bile. Bir ebe tanıdık
vardı. Kocası da pratisyen hekimdi. Aynı sağlık ocağında çalışıyorlardı. Allah
seni inandırsın, kazancı kocasınınkinden aşşa değildi valla."
İçimden, "maşallah
her meslekten bir tanıdığı var," diye geçirdim. Ebelerin yanlarında
çalıştıkları hekimler kadar kazanıyor
olabileceğine anemin aklı basmamıştı, anlamak için, "neden?" diye
sordu.
O sormasa da Safinaz
abla nedenini açıklayacaktı zaten. "Dünyaya gelen her çocuk için, çocuğun
yakınları bir zarfın içine koydukları bir miktar parayı ebelerin eline
tutuşturup teşekkür ederler. Öyle dilenciye Sadaka verir gibi bir kaç lira
koymak ayıp karşılanır; onun için konulan para on liradan, yirmi liradan aşağı
olmaz. Durumu iyi olanlar, elli lira bile koyar…"
"Çok mu?"
"Maaşa bir ek
işte..."
"Ben Nuri'ye bakmağa
gidiyorum!" diyerek ansızın ayaklandım. Bu ani hareketliliğim ikisini de
telaşlandırdı.
Annemi bu kadar atik
olduğunu bilmezdim, ansızın karşıma dikilerek gitmeme engel oldu. "Başlatma
Akın"a, beyazına! Benimle eve geleceksin!"
"Eve gelirsem,
polisler de gelir, elleriyle koymuşlar gibi yakalarlar beni."
Annem elimden tuttu. "Bir
şeycik olmaz. Bu gün ikimiz Seyitgazi'ye gideriz. Baban, neyin ne olduğunu
araştırıp öğreninceye kadar bir süre orada kalırsın."
Elimi öyle sıkı
kavramıştı ki, bir türlü çekip alamıyordum.
Bir dostluk barınağı sanarak sığınmak için
geldiğim şu ihbar cürufundan bir an önce çıkıp kurtulmak istiyordum.
"Haydi! Gidelim
madem ki! Ne olacaksa olsun!"
Birkaç kere, "bırak
elimi, söz veriyorum, kaçmayacağım," dedimse de, annemi kandıramadım.
Kendi evimizin kapısından içeri girinceye kadar elimin üstündeki mengene hiç
gevşemedi. Bir köleymişim gibi, babamın dizleri önüne çömeltildim. Gözlerimi
kaldırıp da babamın yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum. Babam da sanki soru
sormaya…
Bu suskunluğu bozmak
görevi anneme düştü. "Sen, oğlum öğretmen olacak diye böbürlene dur, oğlun
anarşist olmuş efendi!"
Sorgulanacak mıyım,
dayak mı yiyeceğim, olacak olan şey bir an önce olsa da kurtuluversem şu
sıkıntıdan ya!
Babam, soğuk bir
sesle, "anlat!" diye emretti.
Anlatmamı istediği,
elbette ki Ankara'dan kaçarak gelişime sebep olan detaylardı. Bu noktada biraz
kaçak dövüşsem iyi olabilir diye düşünerek, "Kızılay"da, arkadaşlarla
dolaşıyorduk. Tam da geçtiğimiz yolda anarşistler bombalı pankart asıyorlarmış.
Son ana kadar fark etmediydik, ama birdenbire polisler ortaya çıkıp da o
civardaki herkesi tutuklamaya başlayınca paniğe kapıldık, biz de kaçmaya
başladık. Polisler de kovalamaya başladı. Birlikte olduğum arkadaşlarımı
yakalayıp tutukladılar. Ben yakalanmadan kaçmayı başardım. Arkadaşlarıma
işkence edip adımı, okulumu öğrenecekler, gelip tutuklayacaklar diye okuluma da
gidemedim. Gidecek başka bir yerim de yoktu, mecburen Eskişehir'e geldim,"
diye yarısı doğru, yarısı yalan bir şeyler anlattım.
Anlattıklarımla ikna
oluverse, dayak yemeyecektim ama…Ama, Safinaz ablaya her şeyin doğrusunu
anlattığımı bir an için unutmuştum. Çipiş gözlü müzevirci Ankara'dan dönüşümü
müzevirlerken, ona anlattığım detayları da anlatmayı ihmal etmemişti.
Suratımda patlayan ilk
tokat, bunu anımsatmaya yetti de arttı bile; anlaşıldı, anlattıklarımla ikna
edememiştim.
Babam da, "Yalan
söyleme, ulan!" diye bağırarak, bana inanmadığını belli etmişti.
Annem eksik kalır mı?
"O bombalı
pankartı asanlardan biri de senmişsin! Bilmiyoruz sanma!"
Ben, kem küm etmeye
çabalarken, annem aynı süratle devam etti. "Ya patlasaydı o bomba? Ya
insanlar ölseydi!"
Bunlar bombanın sahte
olduğunu galiba bilmiyorlardı. "Esas bomba değildi ki o, bomba süsü
verilmiş bir kutuydu," dedim.
Dediğimle birlikte
ikinci tokatı, bu defa öbür yanağıma yedim. Bu ikici tokat biraz sert gelmişti,
az kalsın yana doğru yıkılıyordum.
Babam gene bağırdı. "Hani
bir ilgin yoktu, ulan!"
"Yoktu, valla…"
"Bombanın sahte
olduğunu nereden biliyorsun madem ki, puşt!"
Galiba, kendi ağzımla
yakalanmıştım. Bir sol direkt, hemen arkasından sağ direkt; artık oturarak
kalmam mümkün değildi, zaten ben de bir külçe gibi sırt üstü devrildim, kaldım.
Babam bu kadarla
kalsaydı iyi olurdu ya, maalesef hızını alamamıştı henüz. Üstüme çömelip,
tokat, yumruk, Allah ne verdiyse girişti. Bir yandan da söyleniyordu. "Bombalı
pankart ha… Teröristlik ha… Polislerle çatışma, ha…" Bir sürü "ha…",
tabii ki her "ha" bir yumruk, ya da tokat demekti.
Annem, "yeter bu
kadar!" diyerek onu üstümden çekiştirene kadar pestilim çıkmıştı.
Babam da yorulmuş,
nefes nefese kalmıştı; üstümden kalkıp yerine oturdu. Derin derin nefeslenerek
epeyi bir nefesini toparlamaya çalıştı. Bir ara sinirden titreyen sesiyle, "al,
götür şunu önümden!" diyerek anneme seslendi.
Annem, kollarımdan
tutup çekiştirerek adeta sürükler gibi beni odadan çıkartıp, lavabonun önüne
götürdü.
"Yıka şu
suratını!"
Lavabo üstündeki
aynada yüzümü gördüğümde, gördüğüm morarmış, kızarmış, patlamış, kanamış et
parçaları sinirlerimi bozdu. Musluğu açtım; avucumu suyla doldurup, suyu
suratıma çarparken, başladım kikirdeyerek gülmeye.
Annem enseme bir
şaplak atarak, "yediğin dayak az geldi anlaşılan; baban güldüğünü duysun
da, gelip biraz daha dövsün!" diye söylendi.
Aslında isyan etmek
istiyordum, gülme krizim onu bastırmak içindi. "Şu suratın haline bak!"
diye söylendim.
Annem ise, beni "olsun,
babaların vurduğu yerde gül açar," diyerek teselli etmeye çalışıyordu.
Annem kolumdan
çekiştirerek beni odama soktu. Odamın kapısını üstüme kapatarak babamın yanına
döndü. Yatağıma oturdum. Suratımda elimi sürdüğüm her yer sonsuz bir acı
veriyordu ve her acıda gülmeyi sürdürüyordum.
Öbür odadan annemle
babamın tartışma sesleri duyulmaya başlandı. Bir ara kendimi toparlayarak gülme
krizinden kurtulmayı başardım. Gittim, kulağımı kapıya dayayıp tartıştıkları
şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Tartıştıkları ben değildim. Bu iyiydi işte…
Annem, açığa alınmış
olan babamın eve girmeyecek olan maaşıyla ilgili kaygılarını dillendirmeye
uğraşıyordu. Babam ise, baştan savma cevaplarla onu susturmaya…
Annem, "olmazsa
gider, Esin"in yanında kalırız. Senin maaşın, şuyun, buyun halloluncaya
kadar onun maaşı idare eder bizi," dediğinde, babam öyle bir tepki
gösterdi ki, bir an ayaklanıp annemi de dövmeye başlayacağından umutlandım.
Doğrusu ya, ben dayak yerken tüyünü bile kıpırdatmayan annemin öyle bir dayak
yemesi çok hoşuma giderdi.
Babam, öyle bir şeyi
düşkünlük sayarak kabul edilemez buluyordu. "Ankara"ya gidip sendika
yöneticileri ile görüşerek, gelişmeler hakkında bilgi alacağım. Bir, iki
günlüğüne gider gelirim. Ondan sonra ne yapacağımıza karar veririz. Siz de
istiyorsanız, bu arada Esin"in yanına gidebilirsiniz. Oğlun gerçekten
aranıyorsa, oraya bakmak kimsenin aklına gelmez hem…"
Plan yapılmıştı bile;
babam Ankara"ya gidecek, biz de annemle Seyitgazi"ye…
*