Ümmühan, sabah, öğlen bir koşu geliyor; Halil’in odasından çıkmadığını öğrenerek, ne yapacağını bilemeden acı çekiyordu.

“Nisa teyze, niye çıkmıyo bu odasından ya…”

“Çıksın istiyoruz bizde, ama çıkmıyor işte, kızım; napiim!”

“Çıksın ya! Ölenle ölünmez ki…”

“Git kendine söyle bunu! Benim söyleye söyleye dilimde tüy bitti…”

“Öğlen yemeğini ben götüreyim mi?”

“Olmaz! Katiyyen… Delirdin mi sen kızım, adam üzgün zaten; bi de sen musallat olma şuna!”

Ümmühan, ısrar edemeden hayal kırıklığıyla kala kaldı.

“Bizimkiler oturmaya gelince nasıl olsa çıkar,” diye söylenerek çıkıp gitti.

On beş dakika daha oyalanmış olsaydı, nihayet odasından çıkmaya karar vermiş olan Halil ile karşılaşacaklardı.

Halil, üç gündür kapandığı odasından çökkün bir halde çıktı, mutfakta oyalanan annesine, “ben şöyle bir dolaşmaya çıkıyorum,” diye seslenerek doğruca dış kapıya gitti.

Nisa hanım koşturarak gelip onu uğurladı. “Güle güle oğlum!”

Halil, “Erol’un yanına bir uğrayım bakalım,” diyerek uzaklaştı.

Erol Soylu’nun iş yeri, Ayvalık’ta, Atatürk Bulvarı üzerinde, tam da merkezi yerde, ikinci katta, evden devşirme bir avukatlık ofisiydi. Binanın zemin katında bir beyaz eşya mağazası, üst katlarda bir doktor muayenehanesi ve bir mali müşavirlik bürosu bulunuyordu… Avukatlık ofisine girildiğinde küçük bir hole açılan oda kapıları ile karşılaşılıyordu. Eski salon-salamanjeden devşirilmiş bir sekreter odası ile deri kaplı bir kapıdan girilen avukat beyin odası, eski yatak odalarından devşirilmiş bir arşiv ile bir stajyer odası ve eski mutfaktan devşirilmiş bir hizmetli odası hemen dikkati çekiyordu. Eski evde haliyle aynı kalan tek yer banyo-tuvaletiydi.
Sekreter Makbule, sumene, birkaç telefon, v.s. barındıran mobilya masasında oturmaktaydı. Masasının önünde gelen ziyaretçilerin bekletilmesi için konulmuş koltuklar boş ve sehpalar ile üzerlerinde günlük gazeteler ve diğer dergiler öylece durmaktaydı.

Erol Soylu, arşiv odasında, çalışma masası başında oturmuş, eski dava dosyalarını incelemekteydi. Yaşlı Muharrem Efendi, dolapları karıştırarak temizlik ve düzenleme yapmaktaydı. Halil Kaya geldi, Erol Soylu, onun geldiğini görünce ayağa kalktı, yanak yanağa öpüştüler. Muharrem efendi odadan çıktı.

“Hoş geldin, kanka!”

“Hoş bulduk, kanka!”

Oturdular.

“Hangi rüzgar attı seni buraya?”

Halil, evden çıkarken ki sinirliliği ile Erol’a çattı : “Asıl sen hesap ver bakalım! Kaç gündür neden aramadın beni?”

Erol, karşı odanın açık bırakılmış kapısından görünen Makbule’ye bakarak, “Sakin ol,” dedi. “Biz, senin gibi tatilde değiliz herhalde! İşler yüzünden gelemedim… Seni arayıp izah edecektim zaten.”Ayağa kalkıp, sesini yükselterek, “Gel, seni sekreter hanımla tanıştırayım, Halil’ ciğim!” dedi.

Halil de ayağa kalktı. Birlikte sekreter odasına geçtiler. Makbule, onları ayakta karşıladı.

Erol, “Makbule hanım, bak, seni kan kardeşim Halil ile tanıştırayım!” diyerek girdi odaya. “Halil’ciğim, bu hanımefendi, buranın her şeyi olan sekreter Makbule hanım.”

Halil ile kadın nezaketle tokalaştılar.

“Memnun oldum!”

“Ben de! Buyurun, oturun!”

Halil de, Erol da oturdular.

Erol, “Birer çay içelim!” dedi.

Makbule, müdahale ederek, “Boş ver çayı! Soğuk bir şeyler söyle! Ben, bir maden suyu içerim…” dedi.

Erol, Halil’e bakınca, O da başını salladı. “Tamam!” Bürodaki hizmetliye seslendi. ”Muharrem efendi, bize üç maden suyu kap da gel!”

Muharrem Efendi, “Başüstüne, Avukat Bey!” diyerek maden sularını almaya çıktı.

Halil Kaya, dostuyla gurur duyarak, “Oo, şimdiden avukat bey havaları tamam!” dedi.

“Ne sanıyordun ya?”

Gülüştüler.

Makbule, “Hakkı Bey, icra takip işlerinin tamamını, Erol beye devretti; yani, avukat olarak…” diyerek izah etti.

Erol, “Evet,” diye gülümsedi, “Kazancın da yüzde ellisini alıkoyarak! Onun tamamını devretmiyor…”

Makbule, şakayla karışık, “Aç gözlü olmayın avukat bey! Hakkı beyin namıyla gelen işler, onlar. Kendi büronuzu açınca, o işlerin on da birini bulabilir misiniz?” diye çekişti.

Halil, merak ederek, “Getirisi yeterli oluyor mu bari o işlerin?” diye sordu.

Erol, şakacıktan, “Ne yapacaksın? Vergi müfettişi misin sen?” diye azarladı arkadaşını.

Makbule, soğuk, “A!... Ne kadar ayıp… Allah bin bereket versin, filan desen ya…” diye söylendi.

Erol, bozularak, “Size ne yahu benim maaşımdan?” diye çıkıştı. ”Kadınlara yaşı, avukatlara maaşı sorulmazmış.” Makbule’ye hitaben, “Ben sana yaşını soruyor muyum? “ dedi.

Kadın, bu son cümleye çok bozuldu ise de, belli etmemeye çalıştı.

Erol, pot kırdığını fark ederek, “Senin yirmi yaşında olduğunu bildiğim için, sormama da gerek yok zaten,” diye bir espri yaparak kadını rahatlamak istedi, ama bu espri de, bir çuval inciri bok etmekten başka bir işe yaramadı. Bu salaklığının cezasını kadınla baş başa kaldıklarında on misli çekmek üzere, mevzuu değiştirerek konuşmaya başladı : “Hakkı bey, iktidar partisinin ilçe başkanı da olduğu için daha çok siyasete zaman ayırmak zorunda kalıyor. Onun için hukuk işlerinde beni ortak etti kendine. Genelde, O, sadece duruşmalara çıkıyor, ben de ayak işlerine koşturuyorum işte… Ama, benim için onun yanında yetişmiş olmak, inan ki, Halil’ciğim para ile ölçülemeyecek kadar önemli…”

Halil, onu kıskandığını hissederek, “Çok iyi, çok iyi!” dedi.

Erol, ” Akşama, bir ziyafetle doktoranı tamamlayışını kutlayalım!” dedi.

Halil, “Doktora hocam öldürülmüş. Kutlanacak bir yanı kalmadı doktoranın. Ama, efkar dağıtmak için, neden olmasın?” dedikten sonra, Erol, bir an düşünerek, akşamı Malbule ile geçireceğini hatırlayıp, “Bu akşam olmasın, şu kutlama!” diye düzeltti. “Önümüzdeki hafta sonunda yapalım.” Parmaklarıyla sayarak, “Çarşamba, Perşembe, Cuma… Cumartesi günü olsun mu? Hem, sarhoş yatarsak da, ertesi günü kalkma mecburiyeti olmaz.”

Halil, “Tamam,” deyince

Makbule, “Bensiz ziyafet mi olurmuş?” diye sordu.

Erol, ona gülümseyerek, “Kambersiz düğün mü olurmuş!” dedi.

Muharrem efendi, bardaklara koyduğu maden sularını, tepsi içinde getirerek önlerine bırakırken sustular.

Halil, bardağını başına dikip maden suyunun yarısını bitirdi. Erol’a, “Aman ha, onun bu ziyafetten sakın haberi olmasın!...” dedi.

Erol, “O”’nun kimi kastettiğini hemen anlamıştı. “Deli misin? Ziyafet çekeceğiz kendimize, eziyet değil!” diyerek kahkaha attı.

Makbule, onların bu şifreli konuşmasından, üzerine bir şey alınıp alınmamayı düşünerek sustu.

Halil, oradan ayrılırken, “Yarın akşam bir işin yoksa bize gel de, oturalım!” deyince,

Erol, Makbule’ ye, şifreli, “Yarın akşam bir randevum var mı, sekreter hanım?” diye sordu.

Makbule, “Yok…” dedi imalı. “yarın akşam serbestsiniz!”

Erol, “Serbestmişim…” diye tekrarladı.

Halil, “O halde, yarın akşam görüşürüz,” diyerek onlarla tokalaştı, “Allaha ısmarladık!”

Erol, tokalaştığı arkadaşının elini bırakmadı. “Geçireyim seni… Sen de çarşıya çıktıkça uğra buraya,” Birlikte kapıya gittiler.

Halil, merdivenlerin başında, “sen işine dön, ben giderim artık,” dedi.

Erol, kolu onun omzunda, “dışarıya kadar geçireyim,” diyerek onunla birlikte merdivenlerden inmeye başladı.

Halil, “Ee, anlat bakalım! Ne iş?” diyerek hemen sıkıştırmaya başladı.

Erol, onun Makbule’yi sorduğunu anlayarak anlatmaya başladı: “Bu, kocasıyla evlenmeden önce, Mali Müşavirlik yapan kocasının bürosunda sekretermiş abiciğim. Herif, evlendikleri zaman çekmiş, almış işten, evde oturtmaya başlamış. Evde oturmaktan sıkılmaya başlayınca da, ben çalışmak istiyorum diye tutturmuş, kocası da demiş olmaz. Meğer kocası başka kadınlarla rahatça gezip tozabilmek için bunu eve kapatıyormuş. Kocasını, kendisinin yerine aldığı sekreterle mi yakalamış, ne, vermiş boşanmaya. Bizim Hakkı dayı da, boşanma davalarına bakmaz ama, bu kadınınkine bakmış. Boşatmış kocasından. Sonra da, büro işlerinden anladığını filan öğrenince bu işi vermiş ona. Ama, hakikaten anlıyor kadın. Hakkı dayının sağ kolu gibi…”

Halil, “Bana, kadının hayat hikayesini anlat demedim, oğlum!... Seninle ilişkisi ne, diye sordum!” diyerek sözünü kesti onun.

Erol, lafına devam etti: “Dur, sıra oraya geldi… Ben staja başladığım zamanlar, bir iki yemeğe çıktık. Hani, öyle sıradan öğle arası yemekleri... Kafaya, beni tav etmeyi takmış meğersem! Bir iki de akşam yemeği, derken, bir gün iyice kafayı bulmuşum… Haydi, bunun evine! Sabah gözlerimi bir açtım abicim, ben, bunun yatağındayım! O gün, bu gündür devam. Kadın çılgın, kuran çarpsın… ”

Halil, lafın gidişatından hoşlanmadı, “Tamam, kafi…” diyerek susturdu arkadaşını. “Biraz daha anlatmayı sürdürürsen, porno kaseti seyrediyormuş gibi hissetmeye başlayacağım. Kendini kaptırıp, İzzet amcaları üzme de!”

Erol, babasının lafı geçince, az hüzünlendi. “Babam henüz bir şey bilmiyor, ama annem öğrenmiş az biraz bir şeyler… Geçen gün annem, senden on yaş büyük kadınla olur muymuş, diyerek söylendi biraz…”

“Yapma, yaa!... “

“Anneme, genç olduğumu, bu tip ihtiyaçlarımı gidermek için geneleve gidersem daha mı hoşuna gideceğini, filan söyledim de, sakinleştirdim. Babama bir şey söylememesi için rica ettim. Şimdilik sesi çıkmıyor bakalım…”

“Aman dikkatli ol abiciğim, gözünü seveyim.”

Erol, onu teskin etmek için, “ hiç merak etme, dikkatliyim. Hiçbir ciddi duygum yok kadına…” dedi. “Kadının derdi de, cinsellikden başka bir şey değil zaten.”

*

( Mevsim Gülbahar - Halilin Yası... başlıklı yazı AliKemal tarafından 12.12.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu