Zamansız yolculukları
var teamülü bir dizede yoksunluğunu ise bakir bir nesirde kayıt altına almak
kadar da meşru bir süreç.
Güdümlü seyri,
inançsızlığın kıblesi iken tarumar eden evreni kayıtsızlığı da bin bir izlekte
hoyrat bir tefrika niteliğinde.
Hep ama hep sürecin
yansıttığı; asla da yorgunluğun karşılık bulmadığı bir övünç.
Sıradan ya da sür-git
iken o mızrap nasıl da derin bir oyuk eyliyor benlikte. Etliye sütlüye
karışmayı bırakın hırkasının kolunda kocaman bir kaçık ki örmekten aciz iken o
deliği ve sevmekten bihaber iken hangi aklı evvel sanrıyı Tanrı bilmişken
münafık seyri yine külyutmaz yetilerini aslan pençesiyle yüreği deşmekle de eş
değer.
Sonları sonlandırmaktan
aciz bir günlük niteliğinde belki de arz edilesi o hüsran ya da katmer katmer
açan bir gül ki endamı sönük aşkın eremediği o mertebede vurdumduymaz
hükümlerini anlamsızlığın ne kabullenmek ne de ifşa etmek: Sadece ve sadece
tehir edilesi ya da tahakkuk etmekten hicap duyulası.
İhlal ettiğim
dokunuşları zaman ve mekân yanlısı kim ise yine de sevdiğim en batıl hezeyan,
adımı aldığımdan ziyade varlığıma paye biçildiği.
Varlıksız ne çok
terennüm zira asılı bir yalanda şık durmuyor.
Ve haznemde düğün var:
Coşkulu birlikteliği
hangi kelam ise sallandırdığım darağacında ve hangi sitem ise maruz kaldığımdan
öte mağdur kılındığım.
Bir gölge idim
önceleri, demekten ziyade revnak bir surede damıttığım benliğimim tüm
hezeyanları hem de dur durak bilmeden saf kan bir yarış atı gibi dizginlerimin
boşaldığı o beyaz boşluk ve asılı kaldığım cürüm yine bir boyutta eremediğim
hidayet öte yanda ise varsıl bir mertebede en çatık kaşlı gülüşüme esir düşen
uçuk kaçık dünyam.
Dünya, dünya olalı
hangi makberi kabullendi sonsuzluk makamında da suretsiz bir resme şerh düştü
Tanrı?
Kol düğmelerim kayıp;
Süreya’dan feyiz aldığım hem de hiç sormadım onun gibi çünkü biliyordum babamın
ölmediğini ta ki kâfir bir dizede tehir etmişken ölümlü dizeyi ve soydaşı
sayısız imgeyi. Ceketinin kolundaki kopuk düğmeleri Süreya’nın meğerse
hoşlandığı kızlara bir düğme koparıp armağan ederken…
Semt pazarlarından
geçmez ki yolum hem geçse bile gider çürük çarık ne varsa koyarım torbama:
Bir ben bir ben daha
etti mi ikilem…
Hem sahici bir hikâyeden
de çıkmadım yola zira mesnetsiz bir şiire çöreklendim gecenin bir vakti.
Muteber yalanlar…
Sevi diline
konduramazken onca insan sonra da demezler mi: İnsanlık ölmüş!
Ben öldürmedim sen
öldürmedinse kim öldürdü peki insanlığı?
Tozutan dimağlarda üç
boyutlu yalnızlık oysaki herkes tekillikten çoğula geçişini kutlamakta.
İsyan pazarında kırık
üç beş terennüm ve aşka nazire eden şehvet denen bulamaç. Oysaki aşk saf ve
yalın bir tezahürü değil mi gönlün üstelik sırasız ve sırsız da bir rüya içinde
kaybolmaya dünden razı olduğum…
Sanal yalanlarla gerçek
yalanların kaosuna eklenen hükümler.
Dünden çalıp yarına çıkmayacak
sevdalar.
Kredi kartına kaç
taksit yaptığımızdan bile önemsiz çalmaya muktedir o gonk:
Ve işte yarış başladı.
Tüm tezahürü yalın tüm
görkemi asılsız ve aşkı ansızın bir gölgeye rehin veren gönül: kayıtsız ve
tefekkür yüklü hatta endamlı bir yoksunluk yine çalakalem hangi satır arası ise
sığındığım hem de en bol kepçesinden o coşku cümbüşü ki yalıtıldığımdansa
yanılmadığım belki de bir çöküşün dirildiği, enkazından yeniden doğan bir
masal.
Kim demişse yalan
demiş.
Kim sormuş da bulmuş
cevabını?
Sorular, sorular ve
asılsız şıklara tekabül eden kırgınlığım belli ki soyut bir sessizlikten öte
somut bir sunum günbegün yazmadan duramadığım ama hangi aklı evvel lehçe
olabilir ki durağan bir kıtadan edilgen bir fiile atlarken hem de balıklama
hele ki tehir edemediğimden öte tenkit etmediğim ama her nasılsa rencide
edildiğim: Kâh gönülsüz kâh külfeti ağır; belki de bir notadan damıttığım
otuzuncu harf yine alfabeye kaynak yaptığım hani saç diplerinde sanrılarla
boyadığı kokoş bir cümleden çıkıp da yola varmak istediğim ama her nasılsa
yanılmayı da yanmayı da kar bildiğim…