Yabancı uyruklu
sancıları yalıtıldıkça çatık kaşlı evrenin, ara sokaklarında engebeli
bedellerin…
Şiirler ürese keşke
nefretin izleğinde bir sure mahiyetinde sonra da kadınlar aldırsalar ölü
düşlerini ve rahminde cinnetin, aryalar sunsa bedelsiz aşklar bir de seğirten
aşkın namelerine sürülse şehir…
Benlik yüklü
hegemonyalarında ardıç kuşlarının; kanayan yaralarında süzgün serzenişlerin,
hanidir illet bilinesi tumturaklı düşüşlerin… sandım, sandın, sandık diye
bakire gelinler bir de sancısı tutmuş ölü kadın… sahi, ölüler çocuk mu doğurur
yoksa candan can üreyen bir minnet midir evrensel çatısında handikap bilinesi
ırak gözlerden ırak yürekten demenin maliyeti?
Korunaklı hezeyanı
belki’sizliğin; katmanlı hüznü ötekileşen zaafların boyunduruk bildiği bir kerrat
cetveli mahiyetinde yorgun bir mihraktan düşmüşse peşine şeytani bir taarruz
kadar sakıncalı bir ölüm iken piyonu ölümün…
Sırıtan.
Sevişen.
Okşarken şeytan, müritlerini…
hani, nerede dünden enkaz sevgi birikintileri?
Sizi sevebilir miyim,
diye sorarken bile korkak bir eda belli ki cahil cesareti bir yüksüntü iken en efkârlı
varoluş sancısı…
Zımba gibi olmalı oysa
aşk ve evrenin de yorganı iken milyarların sıcak bellediği yataklarında da
katmanlı bir düşüş yine dün özrünü kabul etmeyen aydınlık yarın safsataları…
Kirinden arınmaksa
dünün.
Öldürmekse nefsi.
Bir de arınmak adına
şerbetin kıvamında kan tadı yine ikilem yüklü ölümlülerin ölümsüz güncesine
nazire eden beyanatı kayıp bir gölge nazarında anlık bir sükûneti giyinmişken
Tanrı görünümlü adamlar.
Adımlar kocaman.
Aşklar küçücük.
Ölüm cafcaflı.
Kadınlar titrek.
Erkeklerin
hegemonyasında ölü eşler.
Derken bir kulvarda
belki bir koltukta bilmem kaç karpuz: Hadi, yar ortadan ve yar bellediğin
sevdiceğine sun yüreğinin efkârını.
Sen ki, bensizlikle
yoğrulan…
Ben ki; yorgun
katmanlarında ölü bir yetim iken kayıp cümlelerim…
Al işte; söz döndü
dolandı ulaştı birincil şahı cumhuriyetime oysa okkalı bir veda çekmiştim ölüm
öncesi.
Zırnık vermem diyen
köşe başı düşkünler mağduriyeti ve yabancı uyruklu aşklara namzet uyduruk
çiftler.
‘’Kaça?’’ demeyi
meziyet bilip sonrasında kaça kaça bir hal olan.
Ahlak polisine ne
hacet? Millet hepten yargılarken sağını solunu.
‘’Küçül de cebime
gir’’diyenleri duymazdan gelmenin bedeli olsa olsa… bilfiil yaşsız bilfiil yas
yüklü bilfiil sakıncalarını da cehennemin dibine yollayan…
Birikintisinde hüznün,
anlık bir de tebessüm kondurmuşken üstüne ölü dünlerin… iyi de neyin derdi
neyin tasası?
Annem fısıldadı
uyumazdan az evvel… pardon, yine ben, dedim.
Senli cümleler kurmak
istediğimi kim söyledi üstelik payidar kılınan bir duyguyu çarçur etmek bu
kadar maliyetli iken?
Azdan çok, yarından
önce, zehir zıkkım oldu maden yeti’mde saklı bir karanlık iken gecenin özrüne
hediye ettiğim.
Sandıkça sanrıların
kuytusunda; zannımca deyip unutulmuşluğun nirengi noktasında yapılan o ince
ayar ve böğründe yoksunluk hele ki katmanlarında özür bir de ahlak ihlali.
Zor zanaat be, mirim
zor zanaat: hele ki sevginin bedeli özür ve hüküm ise bir de yaftalanmış
mayasında masum bir çağrı olmaktansa mazlum bir önyargı olmaksızın sızan
çatısından beynimin, zıvanadan çıkmış hücrelerine yaydığım ölüm kokan naftalin
ya da naftalin özürlü bir hikâye tadında, aldatılmışlığın boyunduruğunda illet
bir kambur olmak adına: Önce evrensel sonra zerre mahiyetinde…