Zaman irkilebilir de ve ansızın sızar
benlikten hücrelerin bam teline sonra da şiirler, şarkılar türer tezat
iklimlerin yasını tutarken belirsizliğin gücüne mecnun.
Dirayeti sınanandır insan hatta
tarhında kelamın, diri bir ölümdür hayatın ve aşkın buluşması. Kül yetilerinde
Kaf dağının da zirvesinde, dokunduğun hangi bulutsa titrer içi hazanın belki de
hüznü es geçme ümidiyle bir yaprağın soluşuna dair hikâyeler derlediği şairin.
Ana kıtasında hayatın, sandık sandık
özlem birikir belki şiirin haznesi geniştir belki de dar ölçekli bir haritadır
gönlün sığındığı hutbe.
Gölgeler aşkın doğurganlığında; yalın
ayak özlem yine atlattığın her badirede bir yokuştur kimine göre de yok oluşun
izdüşümü sözüm ona varlık katsayısında, dayattığı hayatın yine acıdan ırak
mutluluğun şerh düştüğü bir hikâye kahramanına aittir.
Renkli hülyalardan yolun düştükçe kâbusuna
gecenin, iksirini yudumlarsın şiirin.
Saatlerin sınır tanımadığı bir
yalnızlık ölçütü yine iri bilyelerin çıkardığı o tok, madeni ses…
Örtülü olabilir de insan ya da çıplak
gözlerin nefretinden uzak görünmez de sonra da ser verir sır vermez belli ki
aklın iklimlerinde yaşadığı kadardır ya da yaşattığı şehrin surlarına gömmeyi
dilediği şiirlerini kabir bellediği.
Yosun tutan ayrıcalıktır düşünce.
Düşüncenin minvalinde yeknesak bir tekerleme belli ki irili ufaklı düş
kırıntısından nasiplenen serçe ayakları gece gözlü şiirlerin ve tufanda yok
olmayı dileyen bir gemi yolcusu.
Kimi gider.
Kimi kalır.
Kimi ne gider ne de kalır.
Ya biz nereye tekabül ediyoruz da
kalıbımızı basıyor her an’ı anı belleyip her anı’yı da andan bağımsız bir
geçmiş.
Geçmişin külfetini sunduğumuz sarı
benizli yapraklar belli ki teksir kâğıdı mahiyetinde yine güneşin sararttığı o
beyazlık lakin yüreğin beyazlığını daha da beyaz kılar sarı yüzlü obez güneş.
Yoksunlukları tartarız ve iri
bütçeler ayırırız varlık addedilen hangi yakarış ise yine haydan gelip huya
gitmesi de bir engel teşkil etmezken.
Bir sıfatı nasıl da büyütürüz
gözümüzde aslında büyüyen öznedir, nesnedir ve kayıplardaki öznenin peşinde
direkt emir kipleri ile harmanlarız boşluğu.
Git’lerin öfkesi.
Gel’lerin zincirleme kaza yaptığı her
aralık.
Ara vermeden yaşamak neymiş anlarız
ama anlatamayız.
Günden kaçtım yine, demek neye denk
düşer ki?
Ya da gecenin suretini neye banarız
da karanlığı seçer gözlerimiz?
İtişe kakışa geçen bir ömürden sızan
irin mi yoksa yüreğin sancısına sebebiyet veren sonra da atıp tutan belki körü
körüne inandığımız derken Sağır Sultanın bile duymasından tutun da evrenin en
kör noktasına nokta atışı yaptığımız.
Çıktığımız yol.
Çıktığım yol.
Sıradan bir günü sıra dışı
mutluluklarla sarıp sarmalama ihtiyacım.
Zamanın hicvinde asılsız bir kelam
değil de aslına sadık bir insan olmanın ölçüsü.
Günü öldürmekte yok üstüme aslında
bir ömrü öldürüp kendime yirmi beşinci saatler türettiğim sonra da dakikaların
karesine sığınıp hayatı daha yaşanılır kılma çabam.
Bir yol.
Bir yolsuzluk.
Bir kelam.
Ve kocaman bir sessizlik.
Yitip gidenlere rahmet okumaktan
kendime ayıramadığım vakit belki de tam tersi sonra da ereceğim hidayeti
geciktiren bir tantana.
Kuruyan yaşların telaşı mı nedir?
Yas dediğin ne ki?
İçimin tufanlarında bir yolcuyum yine
içimin önsözünü henüz Tanrıya fısıldamamış bir çocuk kadar yalınayak koşmayı
seven, aşkı bilmeyenlere şaşan sonra da hicap edilen ne ise görmezden gelen.
Gün tuttu elimden işte.
Ben tuttum elinden vaktin.
Vakit yetmedi sonra da çok geldi.
İnsanlar nasıl ki üstüme üstüme
geldi.
Korktuğum ne ki?
Ya da korkutulduğum ölçüde ödlek
miyim?
Yansıyan gün ışığında bir temaşa bir
temaşa ki sormayın gitsin.
Ben yine tembelliğin kanatlarında
İstanbul’la sözleşmenin verdiği şevki içime sığdıramazken…
Ne ilginçtir ki; her gün geçtiğim
sokaklar tıpkı ikinci ya da üçüncü okuyuşumda bana farklı farklı cilveler yapan
şiirler gibi.
Her şiir ve her sokak.
Şiir sokakta diyenlere biat…
Aslında şiir de içimde şehir de…
Ya da ben içindeyim şiirin ve şehrin
oysaki her ikisi de bihaber.
Turladığım sokaklar, çay içtiğim mekânlar,
aşkla baktığım gökyüzü ve suretlerinde insanların iç dünyalarına vakıf
olabilmenin özrü ile Tanrıdan af dilediğim.
Ağlayan bir şehir.
Öksüren tıksıran aksanı sokakların…
Devasa kalabalığı gölgelerin belki de
güneşini arayan ya da gölgesinin peşine düşen bir çocuk gibi kendime yarattığım
sayısız dünyadan nasiplenip de sayısız rüyayı sayısız insanla paylaşma arzusu.
Rast geldiğim büyülü duvarlar belki
de arkamda bıraktığım yılların resmini çizdiğim ve özgürlüğümü ilan ettiğim.
Ritmi kayıp bir şehir değil asla.
Nankör de değil üstelik.
Âşık bir şehir.
Âşık bir şair.
Bir şair adayı belki de şiir yazma
özentime rest çekip rast geldiğim güzellikleri kendime saklayamazken…
Bir çocuktan çıkıp da yola ama
kimsesizliğin kollarında şehrin sokaklarına düşmüş…
Kadın ya da erkek kimliklerin de
hiçbir izini taşımadığı işte bu günkü hayat yolculuğumda bana el veren küçücük
bir kız çocuğu yoksa el uzatan ben miydim?
Bunun ayrımını yapmaya çalışıyorum
saatlerden beri zira aklım da yüreğim de o küçük esmer kız çocuğunda kaldı.
Bir sahil semtindeyim şehrin ve
çayımı yudumlarken yanıma seke seke gelen bir kız çocuğu.
Herkes gibiyim ben de… deme hakkımı
kullanıp vicdan azabı sarıyor tüm benliğimi ve çantamın ağzını kapatıyorum
oysaki o kız çocuğu, ona yardım edeceğim ümidiyle gülümsüyor.
İstifini bozmayan onca insan ve sefil
ben yine sürü psikolojisi ile onlara uyan.
Çayın tadını alamıyorum sonra ve
üşüdüğümü hissediyorum oysaki oturduğum ortam çok sıcak bu sefer hızla
kalkıyorum masamdan Allah’tan çayın ödemesini yapmışım… ve işte imtina ediyorum
insan olduğumu tam da söyleyecekken.
Hava kararmaya yüz tutmuş ve ben
sokak sokak o çocuğun peşindeyim derken karşı kaldırımda bir başına buluyorum mazlumu…
iç sesim ah, o iç sesim…
Kötüsün, diyen güçlü bir ses.
Selam, diyorum.
Gülümsüyor bana her şeye rağmen ve
bana bir paket kâğıt mendil uzatıyor ve utana sıkıla avucuna biraz bozukluk
bırakıyorum. Ne o?
Beğenmedi mi ne?
Mendili uzatıyor ve parayı da.
İyi de madem mendil satıyor niye
parayı almadı, diye geçiyor içimden ama suskunluğuma yenik düşüyorum ta ki…
‘’Çok açım abla!’’ diyen cılız bir
ses.
Açlık…
Oysaki bizler karnımızı doyururken
bunu duymamıştık.
Şaşa kaldığım yetmezmiş gibi gözlerim
doluyor ama saklıyorum yaşlarımı.
Bir talebi olabilir mi, diye geçiyor
aklımdan ve soruyorum:
‘’Tost yer misin?’’
‘’Fark etmez’’ diyor ve hemen
dalıyorum burnumuzun ucundaki lokantaya. İyi de tost filan bulamıyorum ve adam
sıralıyor esnaf lokantasında ne varsa… gerisi mi?
Oturtuyorum bir masaya ama çok ürkek
ve çok da şaşkın ama mutlu gibi de. Yok, yok mutlu.
Ben ondan mutluyum.
Gerisini boş verin.
O tok karnıyla mutlu ben de sürü
psikolojisine ihanet ettiğim için mutluyum.
Bir gülücük.
Aydınlık yüzü o esmer, sevimli kız
çocuğunun ama benim yüzüm daha bir aydınlık ve içim nasıl da rahat.
Keşke adını sorsaydım, diye
geçiriyorum içimden onca zaman geçtikten sonra lakin ben gözyaşlarımı savurmak
ve saklamak arasında arşınlıyorum yolları.
Kendime kızdığım kadar da kendimi
sevdiğimi hissediyorum aslında daha da önemlisi Yaratan ile aramda kurduğum o
özel iletişim bir şekilde malum oluyor içimdeki bulutları dağıtırken.
Keşke, keşke, diyorum… iyi de ben tek
başıma kaç insana kaç çocuğa yetebilirim ki?
Ya, ailesi? Tabii ki bir ailesi
varsa.
Acaba küçük kardeşleri var mıdır?
Ya da yatacak güvenli bir yeri?
Ya sapığın biri o küçük kıza musallat
olursa?
Getirme aklına böyle şeyleri, deyip
alıyorum boyumun ölçüsü yine içimdeki kıyımla kıyama durmanın verdiği mutluluğu
yere göğe sığdıramazken.
Dönüş yolumda almam gerekenler
gözümde bile yok ve geceyi konuk eden gökyüzüne dalıp gidiyorum ve biliyorum
kimin beni seyrettiğini ve içimdeki huzurla gülümsüyorum belli belirsiz ta ki
eve gidene kadar.