“Piyano çalmayı
çok isterdim," dedi donuk bir sesle. "Şimdi piyanoya oturur,
kelimelerle ifade etmekte güçlük çektiğim bütün duygularımı, acılarımı tuşlara
dökerdim. Bazen şiddetli, bazen yavaş basardım onlara. Kim bilir ne ince
ayrıntıları vardır o dokunuşların? Kelimeleri daha önce öyle kötü yerlerde
kullanıyoruz ki, kirletir diye korkuyoruz duygularıma dokunursa. Seslerin başka
türlü bir dokunulmazlığı var.”
― Tutunamayanlar
Piyano
çalmamayı çok isterdim aslında çok da istemişken…
İstem dışı bir
durakta onlu yaşlarımın başlangıcı ve işte hayatta aldığım ilk darbe
sözcüklerle rakamlarla meşk eylerken ansızın hayatıma giren o lanet piyanonun
görücüye çıktığı devasa salonu evimizin oysaki nasıl da mutlu mesut yaşıyordum
ben kitaplarımla…
Asla da aynı
görüşte olmadığım nice insandan daha farklı ve Oğuz Atay ile olan tanışıklığım
çok yeni iken; yazdıklarında kendimi bulduğum ve isteklerinde karşı çıktığım
üstelik narin ve hoş bir enstrüman olsa da piyano nefret edercesine kendinden
uzaklaştığım ve elde var nice solfej çalışması ve nice melodi.
Gün hayli
huzursuz bir havada seyrederken ve aklımdan hiç çıkmayan piyanonun fildişi
tuşları ile olan yolculuğum ve henüz insanları ikna etmek gibi bir niyetim yok
iken baskıdan dolayı çocukluğumu istediğim gibi yaşayamadığım.
Evet, üstada
göre seslerin başka bir dokunulmazlığı var bana göre ise kelimeler ve imgeler
yazan kişi için ayrı bir dokunulmazlık sunmakta.
Sözcüklerin
yazılmadığında yaşattığı kabir azabı…
Yazmaya
durduğumda ise adeta Rabbin huzuruna kıyama çıktığımın iz düşümü ve huzurun
ince güzel sesi bağdaş kurduğum bir cümleden çıkıp da yola varmayı ertelediğim
neresi olursa olsun heyecanla ve de tutukluk yapmadan kalemin, huzurun ve
umudun inanç yüklü sesinde kendimi bulduğum daha doğrusu bulabildiğim kadar
kendimi.
Henüz rüştünü
ispatlamamış bir çocuk kime neyi öğretip neyin savunmasını verebilir ki ve işte
henüz büyük şehirlerin özellikle İstanbul’un yağmalanmadığı uzun süren kış akşamlar
ve kolumun altında deste deste nota tüm hafta okula gittiğim yetmezmiş gibi
hafta sonlarında o soğuk ve kasvetli binada aldığım piyano dersleri yetmezmiş
gibi eve gelip bir de piyano egzersizlerine evde devam ettiğim akabinde
öğretmenimin verdiği ödevleri yetiştirmek adına uykumdan feragat ettiğim.
Hayal kırıklığı
ile ilk tanışıklığım.
Umudun
sayacında takılı aklım ve hafta bir an evvel başlasın da okuluma kavuşayım diye
saydığım saatler.
Tınısı ve
tanısı konmamış bir arayış ve çocuk aklımla sefasını süremediğim uzun kış
akşamlarında masa başında uyuya kaldığım.
Hayallerimin
sönük olduğu bir dönem ne de olsa çocuğum.
Sözcüklerin
kıvamında ruhumla özdeş ne de olsa yalnız bir çocuğum.
Yazarların
hayat hikayelerinde henüz kendimi bulmadığım…
Yazarların
kalemlerinde tamamıyla kaybolmadığım.
Tek dileğim
oyun ve direncimin kırıldığı ve aradan geçen onca zaman zarfında bir köşede
unutulmuş bir zarfın içinde kendime yazmaya durduğum mektupların henüz sönük ve
silik varlığında ciddi anlamda ne istediğimi geç öğrenip hayatımı da boşa harcadığım…
“En kötüsü,
hayır demeyi öğrenemedim. Yemeğe kal, dediler: kaldım. Oysa, kalınmaz. Onlar
biraz ısrar ederler; sen biraz nazlanırsın. Sonunda kalkıp gidilir. Her
söylenileni ciddiye almak yok mu, şu sözünün eri olmak yok mu; bitirdi, yıktı
beni.”
― Tutunamayanlar
Bir kalem bir
de kağıt mizacımdan eksik olmayan.
İtiraz hakkının
tanınmadığı ve çocuk kalbimin susmadığı gel gör ki bir dinleyen de bulamadığım
gibi kalemle olan ikinci tanışıklığımda okuyan değil yazan taraf olduğum geç de
olsa intikal ettiğinde ve işte hayatın sayısız cephesinde içinde bulunduğum
şartlar ne olursa olsun kalemimin ve iç sesimin tutuklusu olmaya ant içtiğim.
Duyguların
resitali.
Kalemse bir
referans iken ve işte sözcüklerin fevri reveransında uykuyu teğet geçip
öğrencilik yıllarımda olduğu gibi masa başında uyuya kalmamı tarihe gömdüğüm.
Şafak saydığım
yetmezmiş gibi şafağımın da attığı ve kayda almak adına iç sesimi dış ses ne
kadar baskın olsa da ortak paydada buluşmak pek kolay olmasa da iyi kötü sesimi
duyurabildiğim.
Müzik ise
kişinin tercihine kalan:
İlla ki müziği
yorumlayan ya da çalan olmanız gerekmiyor varsın ses olsun şarkılar varsın sus
pus olsun evren sağdıcımız yeter ki içimizdeki isteği ve neşeyi söndürmesin.
Taraf olmaktan
ziyade Araf’ta saklanmak en güzel olanı ve evet, belirsizlik ünlese de sizi
bilmeden yaşamak en akıl karı olan:
Heyecanla ve
umutla…
Müziği icra
eden değil dinleyici kimliğimle saklıyorum baş köşede gerçi lise yıllarında
koroda şarkı söylüyor olsam da an itibari ile cazip gelmiyor artık müziği icra
eden taraf olmak.
Okumanın
keyfini sürdüğüm bir ömre ek olarak kalemimle yazan tarafa dönüşmek ise adeta
bir büyü bir sihir gibi ve itiraz hakkı tanınmamışken bir ömür tam anlamıyla
itiraz dilekçemi nerede ise her gün doldurup aslında içimdeki yalnızlığa ve
dünyanın bozuk gidişatına kafa tutuyorum okumaktan uzaklaşmadığım gibi yazmanın
büyüsü ile de coşkumu ikiye katladığım eşlik eden hüznü ise hali hazırda içimde
hayli barındırdığım en azından yazarak hüznümü huzura çeviriyorum…
İç sesin
yaygarası değil derli toplu beyanı iken de kalemimin, yaz, dediği…