Yazdım… Meçhule giden bir gemiye mektuptu bu.
Okuyabilirlerdi ama cevap verirler mi bilmiyordum. O yazıda, her yazdığıma
muhalefet edip, okudukça yerden yere vurulduğumu hisseder miydim bilmiyorum.
Yazı veya şiir niye yazılır ki, içinde kurallar olsun istenir, sanki okuyanın
karşısında ceketimizin düğmelerini ilikler, asker gibi, saygı duruşunda durur gibi, hatta
biraz da abartayım, titrer gibi… O gemi
meçhule gidiyor. Neyle karşılaşacak bilmiyor. Yazdığıma cevap verse, gelecekte mahcup
olmak da var. Bu dünyada fikirlerde, paylaşımlarda… Çukura yuvarlanan top gibi,
nereden atılırsa atılsın, o çukura girer günün birinde. Kapanan çukura da
mutlaka biri gelir ve o topu alır… O top kim bilir bir daha, bir daha,
nerelerden atılır durur. O çukur, atılan bombadan mı, şiddetli depremden mi,
patlayan yanardağdan mı!? Açılmıştır,
kimin umurunda! O çukur acıdır, uykuları kaçırır, orada yaşayana dehşet verir… O
Çukuru açanda bilinir, aleni yapar, herkes şahittir… Niyet yapıcı olsaydı, o
çukura ne gerek vardı. O çukuru hayal ederek, hayali paylaşarak, müzakere
ederek, iki kişi arasında kalamaz mıydı? Bir kişiye, alternatif göstermeden,
sen bundan vazgeç demek… Yapamıyorsun demek! Meçhule giden gemi bir limana demirler,
içindekiler o yöreye misafir olurlar. Konuşurken, mektup yazanı hasbihal
ederler… Öyle övgülüdür ki orada o kişi! O mektubu verilene cevabı paylaşamazlar,
susmak zorunda kalırlar! Zengin
içeriğine, şekline, paylaşımına hayran kalırlar. Anlarlar ki, yapıcı değildi
niyetleri, eleştirileri, sonuçta kimse kimseye öğretmen olmayacağına göre, kestirip
atar gibi ya yazmamak gerek, ya da yazıyorsa, özel paylaşıp neden göstermek
gerek! Eli kalem tutan herkes yazsın, nasılsa zaman içinde yara kapanır gibi, o
top çukura mutlaka girecektir. Açılan çukur kapanacaktır.
Yazdım… Meçhule giden gemi hangi limanda demirler bilinmez…
Hangi fırtınaya kapılır, hangi insanları misafir eder bilinmez. Ama o gemi aynıdır,
içinde ki eşyalar ve insanlar değişir sadece… O deniz, okyanusta olur bazen.
Karaya düşman deniz, dalgalanır durur. Bu doğasında var zaten. O gemi üstünde
giderken, geminin gövdesi kalem gibi yazar dalgalarına, sarsar, köpürür zaman zaman! İleride sonsuzluk,
belki kıyamet yakın, gider ama ne kadar gittiğini bilmez. Balıklar oynaşır da… Tıpkı
o yazılana karışan güzel sözler gibi… Meçhule giden gemiye heyecan veren deniz
ve canlılara, nedense insanları kıymet vermez, bencil davranır. Ben en iyiyim, en
doğruyu bilirim, kusursuzum der gibi… Denizin ve doğanın ona her şeyi
göstermek zorunda olduğuna inanmıştır. Hazır alıcıdır. Ancak, öyle bir fırtına kopar ki
birdenbire… O gurur, ben duygusu, kusursuzluk anlayışı, ölümle pençeleştirir. Yok,
edicidir artık. Kibirlilik yerini, alçak gönüllülüğe bırakır. O denizin Rabbine
niyaz edilir, dua edilir… Ben ettim sen etme der gibi… Kendi doğasını
bozmayana, nasıl doğası bozulur gösterir yaratan.
Yazdım… Meçhule giden gemideki herkese… O geminin
şairlerine! Sen şairsen, başkasına
öğretmen olma, örnek ol… Ben en büyük
şairim, her şeyi yazarım kime ne deme! Yıldızlar, geceler görünür, ay gibi… Sadece
karanlığı aydınlatır. Aydınlık varsa, yıldızın da önemi de yoktur. O meçhule
giden gemideki insanlar, gündüz aydınlığında ne ayı ne de yıldızları görmezler.
O aydınlıkta sadece ilham vardır. Şairler baktıkça, hissettikleri yaratılmışlığın
mükemmelliğini zihinlerine çizer, kalplerine kopyalarlar.
Yazdım… Yazarlar birliğinden içeri girerken, hiçbir şair
diğer şairin yazdığını beğenmez demişlerdi. Ben en iyiyim der sözleri çınladı
kulağımda… Hep başkasının şiiri bu yüzden eleştirilirmiş! Demek ki bu meçhule
giden gemi hep var olacak… Cennet tasavvurunda, belki de bu ruh olmayacak!
Yazdım…
Saffet Kuramaz