Köpükleri avuçlayıp kumlara sokma zamanı artık. Çıkıp gelmeliydi, yaşanmalı aldırmadan  sonu gelecek diye. Seveceksen cesurca! Tükenmesin ömrün baharında veya yarısında! Oturup diz dize, şöyle gönüllerce. Ne kadar varsa, bakışmışlıklar ve yaşanmışlıklar; aşktan dertsiz tasasız tutuşmuşluklar, sevişmişlikler göz göze; el ele. O kadar azdır ki yapılsa hesabı, kitabı ve vurulsa denklemlere ! Gelmeliydi arttırmak için dünyasına. Karanlığı bir kurşun gibi iner gecelerin. Ve serenatlarda çaresiz gönüllerde çoktandır dosttur hüzün. Bir hüzün, bir hüzündür ki tonlarca; çöreklenir oturur yüreğine. Hele birde günlerdir atmış ayak ayak üstüne, bakar hali yok mu keyfine. Öyle bir yük ki sormayın gitsin. Misafir oldu iyiden iyiye zavallı gönlüne. Gücü kalmadı  artık biçare gönlün. Ağlamak istenir  çoğu gecelerde sensiz doyasıya nedense. Hüznün fırçası ellerindedir gecelerin! Ve çaresizlikler dökülür tuvallere. Geceden gebe kalmış şafağın sancıları duyulur. O güzel mahzun gözler yumulmalı ve uyunmalı. Ama birisi  ağlamak ister doyumuna , ölesiye .Ağlamak ağlamak getirir deseler de; yaşamak akvaryumlardaki balık ağızlarında.

                         Uçurtmalara tutunmak, gönül acılarla örerken kozasını. Örgütlenmeye başlarken gecenin ritmi, kendi içindeki tınıya benziyor herkes, eninde sonunda akşam üstleri. Bir ışık düştüğünde yollara, onun içine de düşer bir her insan gibi. Kelebeklere kanatlar takılır ebruli, güller verirler önlerine kim gelirse adını yazmak için tabi. Sevdaları okusun , yazılanlar sevda diye. Gözlerinde süt liman bir gökyüzü belirir. Bir umut dalı belki tutunacak. Ve yürekler yumuşar hüznün güzelliğinde böyle zamanlarda. Özlenecek bir zulası vardır hazırda insanın, her hangi bir yerde. Sevilmese bilinmese de imkansız olduğu, biriktirilir nicedir ona dair özlemler.

                        Bulutlar salınıverir gökyüzünden, yüzünün bir damlası bile yüreklere düştüğün de. Dünyalar yunar, arınır gözbebeklerinde. Öpülmek istenir hep o arınmışlıklar. Düşlerde öpülen yanağından kalkan beyaz güvercin sürüsü, uyandıklarında bir bakarlar ki gönüllere konmuş kanat çırpışırlar, haberi olsun diye. Bir özlemdir  eteklerinde savrulup tutunan akşamlar. Akşamla bir yıldız yağsa gökyüzünden onu vururlar. O yoksa da, özlemi yeter de artar bile biçare gönlüne.

                        Gözde ve gözdedir. Göz olandır gönüller de. Uyuyamazsın asla mavi kayaların kıskanç uğultusun da. Diz çöker acıyla, tuzak olur gövdeler. Rehin kalır gölgeleri bir bir karanlık dipsiz zindanlar da. Hadi öyle bir şey dile bütün içtenliğinle;  bozulsun sihirler. Aydınlansın zindanlar;  çıkılsın yeşilliklere.  Sabaha karşı bir yasemin kokusu sarsın uykuya hasret, boynu bükük kumsalları sayende. Ceylan inişinde. Tek başına ölmez baharlar.  Takar peşine,  beraberinde götürür öteki mevsimleri de.  Çok bedeller ödenir;  göze gelmesin, nazar değmesin diye güzelliklerine.  Fidyeleri ödenir tüm gönül rehinlerinin haramilerine. Tuza dokunmuştur bir kere dudaklar istenmese de. Ne üveyik olunabildi ne serçe. Ne de ağzı incili balıklar görülür denizler de. Bir o vardır bilinen;  tuzsuz, inci kaplı dudakların sahibesi. Hep  bekleyip durdu ürkek  yürekler. Bir mucize gibi iyi ettin geldiğine. Bir alem gibi bambaşka ve her şeye bedeldi  gelişi. Her şeyde ve her yerde olan. Yürekler gönüller yanıyor buram buram.  Alemler yanıyor sönmezcesine.                                       

                         Yalnızlığı; özlemli bir haykırış. Çiçeğin tomurcuğu yarması gibi. Yarıya kadar inmiş yüreğinin bayrağı. Matem yaşamak da, ayaza durmuş yüreği. Dallanmış acıların uçlarına tünedi ürkek bir kuş. Umutlar hala kundaklarında. Nereye gittiler denizlerin onca martıları. Dalgaların sesi kulaklardan,  mavisi gözlerden. 

                          Yürek sesi oldu Murat’ın kaleminin ucundan damlayan nasıl başladığını bilemediği. Çözemedi gönül bağını. Yüreğini yakan bir sevda yangını oldu  bir kıvılcımla. Hep gidemediği şehir, dokunmak istedikçe uzaklaşan bir hayal, özlemlerle örülü bir orman yangını, yaktıkça yakan sevda ateşi! Tadına doyulamayacak bir ömür meyvesi,  kimi zaman zamanlarından çalan,  zaman hırsızı, tadına doyulamayan cennet mevsimi! Cesaretsizliği, korkaklıkla örülen, hayat yolu ve  sonu. İlkleri, mayası, huzur limanı! Evet. Sadece sustuğu, her sustuğunda bir kelâm beklenilen.

                         Sevdalanmıştı yüreği Murat’ın. “ Keşke cesaretimi toplayıp takip etseydim !” diye hayıflandı, günler geçip de bir daha rastlamayınca. Dualar etti aralıksız. Kimdi, neydi, in mi, cin mi, perimi, hayal mi yoksa? Büyüyordu sevdası hiç görmese de, karamsarlıklar sardı her yanını. Kabuslar da geceleri.

                       Anne ve babası bir akşam arkadaşlarının çocuklarının düğün merasimine katılmak üzere ayrılmışlardı evden. Birkaç saat sonra döndüklerinde, annesi çağırdı onu sanki bir müjdeli haber verecekmiş gibi. “ – Oğlum bir kız gördük düğünde, güzel mi güzel, çok hanım hanımcık. Babanda çok beğendi kızı. “ diye tarif etmeye başladı kızı heyecanla ve överek. Araştırıp öğrenmişlerdi kimin nesi olduğunu. Tarifi Murat’ın yanıp tutuştuğu kızla örtüşüyordu. Zor etti sabahı ve buldu yakınının işyerini. Sordu soruşturdu, iyi bir adamcağızdı. Gidip te bir şey soramadı elbette. Ama en azından dayısını bulmuştu işte. Ve her gün belki rastlarım diye dolandı durdu o civarda ; ama nafile !

                          Çok bozuktu morali ve her halinden mutsuz olduğu dikkat çekmekteydi. Öğle saatleriydi, daire amiri hızlıca açtı kapıyı ve işaret etti gelmesi için. Koşarak gitti yanına, ne olmuştu acaba diye merakla. Salondaki pencereye yaklaştılar ve tülü aralayarak “ – Şu kıza iyi bak. Arkadaşı yukarda falanın odasında, galiba eşi. Ondan öğren kim olduğunu ve sakın kaçırma bu kızı.” ! Heyecan ve merak içinde baktı Murat bahçedeki kıza. Aman Allah’ım işte o kızdı! Günlerdir aradığı, sevdalandığı kız. Kabul olmuştu duaları. Sevinçten gözyaşlarına hakim olamadı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra mesai arkadaşının odasına gitti ve ustaca sorularla kızın kim olduğunu öğrendi. Ustaca da olsa da çakmıştı durumu arkadaşı ve sonradan ona işi düştükçe nemalanmayı ihmal etmedi, yedi içti bedavadan. Murat’ın eli mâhkumdu. Severek yedirdi, içirdi. Yeter ki görüşmeyi sağlasın diye düşünmüştü.

                        Adı İlkin’ di ve ona Murat hep :” İlko !” dedi ömrü boyunca. Ve yeni öğretmen olmuştu. Yakın bir köy ilkokuluna atanmış, annesi ve iki kardeşiyle yaşıyorlardı. Terk edip gitmişti babaları yıllar önce.

                         Gerek anne babasının ve gerekse daire amirinin aynı kızı işaret etmeleri tesadüf mü yani ? Kader yazınca nasılda hem fikir olunuyordu. Bu hadiseden sonra daha çok inandı İlkin’in kaderi olacağına. Ve o kader ağlarını örmeye başlamıştı nihayet. Beraber çalıştıkları ve çok şey öğrendiği Aydın Ağabeyi bir fayton çağırmıştı. Muzdarip olduğu hastalığı nedeniyle tek başına yürüyemiyor , rahat konuşamıyordu. Zorlukla Murat’a “- Yengen seni akşam yemeğine davet etti. Fayton çağırdım. Hadi hazırlan bize gidiyoruz.” dedi. İlkindiyi geçmişti vakit. Yardım etti ve faytona binerek evlerine geldiler. Güçlükle aşağıya indirip kol kola girdiler eve. Yenge güler yüzle karşıladı onları ve bir odaya konuk etti. Yeni yeni soluklanmaya başlamıştı ki arkadan itilen biri hızla tökezleyerek girdi içeriye ve karşıdaki divana çarparak oturdu . Gözlerine inanamadı Murat.  Evet işte İlkin tam karşısındaydı. Bu kadar yakından ilk defa görmenin heyecanıyla utanarak eğdi başını. Sağ ayağındaki çorabın yırtık olduğu ve başparmağının dışarı çıktığını hatırlayınca ilk tepkisi diğer ayağı ile orayı kapatmak olmuştu. Ve hep put gibi oturdu çorabın hali görülmesin diye. İlkin de tanımıştı Murat’ı, ona daha önce arkadaşının hanımı fotoğrafını göstermiş ve durumu anlatmıştı. Ama o oralı bile olmamıştı. Ayağa kalktı ve odayı terk etmeye yeltenince yenge hanım, “-Birbirinizi tanıyorsunuz değil mi iye” söze girdi. Murat cesaretini toplayıp sadece “ -uzaktan uzağa !” cevabını verebilmişti.  “ – Oturun bakalım. Bu odadan anlaşmadan çıkamazsınız !” diye uyardı. Tek katlı bir evdi. Komşu evlerden görülmesinler diye telaşla örttü perdeleri. Eşini dışarı çıkararak odanın kapısını üzerlerine kilitledi bir çırpıda. Baş başa kalmışlardı aylar sonra. Ter bastı Murat’ı, dili damağı kurudu. Uzun bir sure ikisinde. Meslektaş ağabeyinin baldızı İlkin’le aynı yaşlarda ve meslektaştılar. Senaryo gereği onu alıp voleybol oynamaya ikna etmiş,   İlkin’in annesi de izin vermişti, kız kıza oynasınlar diye. Murat’ı da akşam yemeğine davet bahanesiyle getirince senaryo ikmal edilmişti bile. Şimdi oyuncular İlkin ve Murat’tı. Bakalım neler olacaktı .

( Do Re Mi .. Es- 17- başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 7.02.2019 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.