Hatırşinas bir tınıda damlıyor her
biri; damıttığım heyecan yenik düştüğüm ve pekişen özlemimle serildiğim boşluğa
bir-sıfır yenik başlamak güne belki de hele ki hezeyanı köpüren sade kahve
tadında.
Kutuplaşan insanlar ve kutuplaşan
iklimin seyri ki ben, sezdiğim her gölgeyi canlıya dönüştürüp; içimdeki
duyguları da kalıba sokmak adına.
Sıfatların havada uçuştuğu bir Mart
gecesinden uzandığım o koynunda yalnızlığı, sitayiş etmenin gereksizliğine
binaen.
Bildiğim her şeyi ayrı unutuyorum ve
okuyucunun bilmediği şeyleri yakalamak arzusuyla duygu ve düşüncelerime kapan
kuruyorum.
Ne güneşin sıcaklığı ne de gecenin
üşüten ayazı belki de mevsime itibar edip gönlümce koşmak adına, duvarları ve
köprüleri aşıp azımsanmayacak bir coşkuyla bertaraf ettiğim o giriftin sağduyusunda
ben bir açılım sunarken okuyucuya bir o kadar varlığımın kıstas bildiklerini
yok sayıp bilinmedik sulara yelken açtığım iddiası.
‘’Edebiyat savunma değil,
tanıklıktır. Nefret ya da öç romanları, roman değil ifşa etmedir ve öncelikle
yazanı zehirler.’’ (İnci Aral)
Zehirlendiğimi biliyorum ve
panzehir’in ne olduğunu üstelik basmakalıp bir heyecan da değil benimki bilakis
toz toprak içinde kaldığım günün geceye devri ile sığındığım karanlık lakin ben
kalemi elime alır almaz ne karanlık kalıyor geride ne de nefretle beslenen
insanların ruhuma enjekte ettiği zehrin hükmü.
İrili ufaklı boşluklar var ve de
kovuklar öyle ya; ben bir ağaçkakanım aslında kalem-kakan ne de olsa içimi de
yüreğimi de törpüleyen kelimelerin sihirli dünyası.
Duyumsadığım her yeni heyecan ve
bariz saltanatın sefasını sürdüğüm o bilinmezlik iksiri.
Geceye dönük yüzü kalemin ve âlemin
de yüzü güne dönük: bağdaşmayan iki yüz: ama asla ikiyüzlü olmayan.
Gecenin iniltisine ayak uydurmak
belki de tam tersi: bana ayak uyduran saatlerin hicvi ve tüm dokunaklı titri
ile ömrü geçiştiremeyip geçişken ve akışkan bir dille mıhlanıyorum beyaz
boşluğa.
Hurafeler var kimince saygı duyulan.
Gerçekler var ve de: yalnız kimsenin
gelip de bizzat yüzünüzü haykırmadığı.
İklimin nabzını tutmak gibi kalemin
de rotası ve nabzını tutmak devingen günün ve yalıtkan ruhumun derken bir
yanılsama peyda olan ve ansızın vuku bulan gürültülü cümleler ve her biri
birbirinin ardından dökülürken pür-nakıl ben bayrağımı sallandırıyorum ruhumun
rahmine dokunan hangi duygu balyası ise sonlandırıyorum gün boyu etkisi
geçmeyen huzursuzluğumu.
Öncemle aynı mıyım peki?
Ya da, sizler dününüze hep mi rest
çekersiniz?
Soruların cevabı asla umurumda değil
çünkü cevapların kişiden kişiye ve günden güne farklı bir cevapla eşleşeceğini
biliyorum tıpkı ruhumun akımında elektrik çarpmışçasına ben akıl yetilerimi sil
baştan uyarlayıp de yeni güne yeni bir sürüm sunarken.
Güncelleniyor her şey aslında herkes
tıpkısının aynı.
Gündeme oturuyorum farklı bir
mekanizmanın devreye girip de ruhumu saran sarmaşığı her halükarda yolmak
istediğim ve yoluyorum da.
Fıtratıma ve mizacıma uygun yeni bir
uyarlama ve varlığına ihtiyaç duyduğum insanların bir nebze de olsa beni
anlayıp bana hak vermeleri.
Rüştü ispatlanmayan hangi duyguysa ve
benlik bir açılıma gerek duymadan, genelin yüreğinin hangi şartlarda daha hızlı
mı yoksa yavaş mı attığı.
Nabzımı alamıyorum kimi zaman ve
normal şartlarda ölmüş olmam gerekirken ben son hızla konuşuyor ve düşünüyorum
ve geceyi mesken bildiğim her lal ayrıntıyı genele sunup resmini yapıyorum
hayatın ve gerçeklerin belki de hayallerin besbelli hayal kırıklığına uğradığım
gün ertesinin.
‘’Döküldü günün
Ve gecenin sırrı.
İç kanamasına benzer
Bir duygu: alıştık.’’(Ahmet Oktay)
Hatta ve hatta…
‘’…daha uzundur zulme karar verenin
gecesi.’’(Gülten Akın)
Gecenin ırmağı ne kanlıdır ne de saf
su.
Gecenin rengi ne karadır ne de beyaza
dönük yüzü.
Gecenin izahı fazladır ve gece iridir
her küçük öyküye zemin hazırlayan ve nezihtir bu yolculuk hele ki tek başınaysan…
Yayın akışı olmayan bir mecra madem
duygu ve kalemin iş birlikteliği, örtümü çekip de evin ve evrenin camlarına
hatta ve hatta içine gizlendiğim kovuğun da müdavimi iken kalemdir işte rüştünü
ispatlamış/ispatlamamış yürek yangınını tek tanığı.
Sevgili İnci Aral’ın başlarda
yansıttığım o düşüncesi işte yazarken duyduğum aşkı hayata yansıttığım ve
yaşarken hissettiğim tüm zorluk ve sıkıntıları yine edebiyatın çehresindeki o
solgun gülücük ile aştığım.
Suçlarım/ız: işlediğimiz ve her an
işleme ihtimali ile günahlarımızın da provasını yaptığımız zifiri tümceler
oysaki her biri beyazın namusu ve aşkın da haysiyeti ile dönenip duruyor
başımda, alıcı kuşlar gibi kıvrak ve nazenin.
Boykot ettiğim ne hazan ne de sair
mevsim sadece içimin dökülen yapraklarını bir kovaya doldurup yanışını izlemek
adına müsterih olduğum inancına yatkın mizacımla günü öldürüp hatta gün iken
beni öldüren, içtimada verdiğim bir selam ve farklılık duygusu ile aynı denen
kısır döngüde yine farklı tahayyül edilmek belki de mizacımın aykırılığında
mutlu olduğum gerçeği ile herkese yeni bir parantez açmak üstelik başka
belirteçlerin olmadığı ve sonlanmayan bir coşku ile içime çektiğim kelimelerin
bahar havasına yenik düşen mizaçları belki de yanılgılarım ve alınganlığımla
gün içinde savrulup bu sefer geceye ve kaleme yenik düştüğümün de göstergesi…
Ödediğim…
Bir diyet mi?
Açlığım ve susuzluğum ise ömrün bana
emsal teşkil ettiği bir rejim mi? Adı üstünde açlığa ve susuzluğa teslim
olduğum ve niyetlendiğim oruç kadar da kendimi iyi hissettiğim o
dokunulmazlığıma gölge düşüren bir sayaç mı yoksa içimde açan çiçeklerin mezarı
olmaya dünden razı iken mezar taşımda yazılacakları düşünemiyorum bile.
Ve o ilginç kıskançlık duygusu belki
de dürtüsü… ne zamanki muazzam bir anlatım ve cümle ile karşılaşayım okuduğum
kitapta işte peyda olan o bilinmedik arayışın da gelip dayandığı kapı.
‘’Ben, içimde kıskançlık dolu bir
yazma isteği; söylemek istediklerimi benden önce söylemiş, duygusu uyandıran
aykırı, kışkırtıcı yazarlardan etkilenirim.’’(Alıntı)
Bana ait olmayan iki üç cümle ama
yüreğimi de kabartan bir metafor hepi topu üstelik kırk yıldır yazan bir
kalemin, İnci Aral’ın vurguladığı üzere…
O kırıklık duygusu; o huzursuzluk
üstelik öyle böyle de değil ve ne zamanki duygularımı sıralamaya koyayım illa
ki taşan bir hazne olacak yüreğimin sığmadığı ve sığdıramadığı bir o kadar ben
bana sığmazken.
Büyünün esnekliği tıpkı aşkın hazır
ol’a durduğu ve sevildiğini bilmek isteyen bir yürek, bir kalem, bir insan
hatta ve hatta basit bir obje ve yine kabı kabına sığmayan üstelik aciz bir
varlığın hiçlik duygusunu yenip bir o kadar İlahi Güce hızla ilerlediği…
Ne ilginç oysa!
Aşka yenik düşen insanlık ve insan
olarak benim kendime yenik düştüğüm ve aşk başlığı altında dökülen her duygu
yine yolu özlemle ve umutla kesişen derken İlahi Aşkın çekim alanında kendini
evrenden ve tüm kötülüklerden soyutlasa bile illa ki hidayetin kapsama alanında
saçılıp döküldüğüm her zerremin bizzat üstüne basıp kendimi dahi çiğneyip
kendimi bilfiil sunduğum.
İmler ne basmakalıp ne de aşikâr.
Hayat ne yanlı ne de yansız.
Elzem bir duygunun peşinde inanmak
istediğiniz ne çok insan ve yanılmakla geçen ömrün hala güven duygusuna sırtını
dayayıp bütünleşme ihtiyacı ile her şeyi kaleme alıp içinizdeki o devasa
ekranda belki de kendinizi sergilediğiniz ve ansızın ruhunuzun çıplaklığında
utanıp yeni giysiler ve yeni cümleler ile örtünme ihtiyacınıza yenik
düştüğünüz…
Zora koşan.
Zoru seven.
Kendine duyduğu saygıyı kaybetmemek
adına da deli gibi mücadele veren ve düşünün ki; neredeyse tüm cihanı
kendinizden önce sevip ve önemseyip ikinci plan düşen benliğinizi yazarak
avunduğunuz…
Şiirle yıkadığınız yüzünüz ve çayı
kaç şiirle içtiğiniz misali…
Aşka dönük yüzünde duyguların bu
duyduğunuz aşkı kimseye yakıştıramayıp nihayetinde dokunduğunuz o ibare; o
açılım; o hakkaniyet ve yazarak meşru bir savunma yaptığınız gerçeği de değil
hani sadece ihtiyaç hissedip huzur giyinmek adına çalakalem yaşadığınız…
Bir ayrıntı.
Bir peyzaj.
Bir mizansen.
Kaos.
Sevgi.
İhtimaller.
Dokunuş.
Fırtına öncesi sessizlik yine güne
özenen kalemin gece oldu mu fıtratını sunduğu kelime kelime hele ki siz bir
kalem-kakansanız ağaç kakana özenen bir güncenin de kanadına konan kelebeği
okşarken tüm yüreğinizle…